4 Ekim 2010 Pazartesi

le petit yubbié ve pöti kahvaltı evi

son zamanlarda istanbul'a aşık olduğum zamanları düşünüyorum. aklıma en yoğun duygular içinde olduğumuz zamanlar olarak iksv'de çalıştığım zamanlar geliyor. her gün başka konserler, açılışlar, etkinlik. bir yandan sevdiğim iş arkadaşlarım ve sevdiğim bir iş.
şimdiye baktığımda aslında daha da çok sevdiğim bir işim, vakit geçirmekten çok ama çok keyif aldığım kısıtlı bir çevrem var. istanbul'la aramızdaki aşkı bozan şeyler bunlar değil demek ki.
malum artık daha da büyüdüm (maalesef), yaşadığım çevreye bakış açım değişti. sokakta insanların tavrı, toplu taşım araçları falan derken memleket meseleleri, üstünde sansür olayları falan eklenirken yaşadığım şehir çoktan unutulan bir şey oldu.
üstüne bir de sergi açılışına gittiğimde yaşadığım olaylar, tophane olayları...

iyice sorgular oldum. tatminsizliğim gittikçe artıyor, şehri yaşama isteğim de bir o kadar ölüyor. kızıyorum çünkü, istanbul gibi mükemmel bir şehri getirdikleri hali. e tabii önceden gittiğim etkinlikler "korunmuş bir bölge". hayat ise çok daha yorucu.

işte biz de sevgilimle bunları sorgularken, artık yorgunluktan doğru düzgün dışarı çıkamadığımızı, bu şehri yaşayamadığımızı fark ettik. uzun zamandır bizi bekleyen bir şehir fırsatı kuponu vardı, "pöti kahvaltı evi" adlı bir yerde mükellef bir kahvaltı fırsatı almıştık oradan. hadi dedik gidelim.
pöti kahvaltı evi, bizi ismiyle kazandı bi kere. le petit yubbié, pöti'de (:

pöti, sıraselviler ve taksim'i bağlayan sokakta, minicik bir şey, isminden de anlamışsınızdır. azıcık fransız kafelerine benziyor, sokakta masalar falan. mükemmel bir kahvaltı yedik orada. çeşit çeşit peynirler, harika bir kaymak, yumurtası, zeytini, her şeyi olan bir kahvaltı işte.
hani güzel bir kahvaltının gününüzü güzelleştirdiği söylenir ya, işte öyleydi gerçekten. hatta sevgilim "işte ben şu an çok mutlu bir adamım" dedi (: ne mutlu!
ha bu arada eklemeden geçemeyeceğim, kahvaltı sonrası türk kahvesi isterseniz damla sakızlı yapıyorlar. bizim için büyük bir artıydı, hayalimizde masanın üstünde halay çekiyorduk (:

sonra kalktık tünel'e yürüdük, madde ve ışık sergisini gezelim dedik. uzun zamandır ertelediğimiz şeylerden biriydi. büyülendik sergide. sanırım hala bitmedi, herkes gidip görmeli. hem bu sefer biber gazı yok (:
son olarak da istanbul'u sevmeye çalışma turumuzun son durağı mustafa abi'ydi. başka bir ülkeye gitsem yanıma almak istediğim tek mekan olabilir. gittik evimizdeymiş gibi kahvemizi içtik, sohbetimizi ettik.

böyle molalar iyi oluyormuş hakkaten, hemen ertesi gün metrobüse binmemiş olsak, istanbul'u tekrar sevebilirdim bile!

böylece tophane'yle kırdığım blog yazma arama da uzun zamandan sonra ilk kez güzel bir vesileyle yazı yazarak kendimi bir nebze olsun iyi hissediyorum (:
umarım bundan sonra da böyle sevimli pöti pöti yazılar olur hep ^^

iyi haftalar!

29 Eylül 2010 Çarşamba

Dedektifçilik Oynuyoruz

22 eylülden beri yaşadığım şaşkınlığı bir türlü üstümden atamıyorum. Artık kızmaya da başladım kendime ama düşündükçe kayboluyorum, daha da kapana kısılıyorum. Bu duygunun sebebi keşke sadece şiddet olsa. İnanın Tophane'de olan kimse işin şiddet kısmında değil. Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum çünkü ne dava olması gerektiği gibi ilerliyor, ne de medya yaşananları doğru düzgün bir şekilde yansıtıyor. Düşünsenize kendi ülkenizde, sizi en çok koruması gereken insanlar, ayağınıza taş koymaktan başka bir şey yapmıyor. Kapana kısılmaz mısınız?

İşte bu yüzden size geçenlerde yaptığımız toplantıyı özetlemek isterim biraz. Biliyorum bir kısmınız olaya olan ilginizi çoktan kaybetti ama kaybetmeyenlere 1. kişiden bilgiler gelsin istiyorum.

Birkaç gün öncesinden herkese yaymaya çalıştığımız toplantıya aslında beklediğimden daha çok kişi katıldı, bu umut verici bir şey. Toplantıda neler konuşacağımızı az çok biliyorduk. Delile ihtiyaç vardı ve neler yapabileceğimizi konuşacaktık.
Süper avukatımız Deha bize davanın süreciyle ilgili bilgiler verdi. Can sıkıcı bir dava olacağını az çok tahmin ediyordum ama "size davayı olabildiğince moralinizi bozmadan anlatacağım" girişinin bu kadar doğru olduğunu bilmiyordum.
Deha o sabah binbir güçlükle almış dava dosyasını. Dava bir duruşma savcısına verilmiş, ki normalde soruşturma savcısına verilmeliymiş. Duruşma savcıları haftada 3 gün davalara girmekle yükümlü, sadece 2 gün boş kalan, onda da hali hazırdaki davalarıyla ilgilenmesi gereken bir insan.
Yüzlerce insanın şiddete maruz kaldığı davanın dosyası en fazla 20 kağıt kadar, o da devamlılığı olan raporlar vs. Yani pek bir şey yok. Hastane raporlarında "ayakta tedavi edildi, önemli değil" gibi ibareler kullanılmış. Burun kırılması pek de önemli bir şey olarak gelmemiş olacak.
Her neyse bu kısımları kısa geçeyim, durum pek iyi değil. Sevgili polislerimiz "somut delil"ler istiyorlar. O kadar somut ki, bu olaydan birkaç gün sonra yine Galeri Non'da birkaç arkadaşımız Emniyet Müdürünün önündeki (az önce selamlaştığı) kişinin ona saldıranlar arasında olduğunu söylediğinde ciddiye alınmıyor. Yine o somut delil gelmeden bir şey yapamayacağını söylüyor. Yaşasın adalet!
Uzun lafın kısası (emin olun çok daha tatsız olaylar var) kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiği açık. Elbette pes etmeyi düşünmüyoruz. Önümüze konulan taşları temizlemeye çalışıyoruz sadece.

Şimdi sizden en büyük isteğim şu; o gün orada olanlar, elinizde o güne dair herhangi bir fotoğraf, bir video kaydı varsa; oradaki insanları teşhis edebileceğinize çok eminseniz; Tophane - Galata civarında önceden buna benzer bir olay yaşadıysanız, size önemli gelen herhangi bir şeyi biliyorsanız tophaneart@gmail.com adresine bir mail atın.

Bu delillerin hepsi davanın sonucu için çok önemli. Nedeni her ne olursa olsun, artık umrumda değil. Yeter ki bu iş doğru çözülsün.

25 Eylül 2010 Cumartesi

son durumlar

Pazartesi günü saat 18'de Cezayir'de Tophane olaylarıyla ilgili bir toplantı olacak. Tanıklık yapabilecek, delilleri olan; sadece yardımcı olmak isteyen herkesi bekliyoruz. Neler yapabileceğimizi konuşacağız. Lütfen herkese haber verelim.

Sadece 7 kişinin ifadesi ciddiye alınmış, onlar suç duyurusunda bulunmuş gibi gözüküyor. Ne kadar çok kişi olursa o kadar iyi olacak. Gerekirse kendimiz bir komite kurup olayın peşinden gideceğiz.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Annemden Kadın Kurultayı'na Mektup...

"Alakasız Gelebilir ama Tophane Saldırısı" diye bir başlık açılmış Kadın Kurultayı'nın mailing grubunda. Annem de dayanamamış cevap yazmış. Ne de muhteşem bir yazı olmuş...

*

"Tam tersine çok da alakalı çünkü saldırıya uğrayan galerilerin sahiplerinin hepsinin kadın olduğunu duydum. Ayrıca saldırı sırasında açılışa katılan sanat öğrencisi olan kızım da biber gazı yiyerek, saldırıdan nasibini aldı.
Sergi katılımcılarıyla yaptığım telefon konuşmasını aktarmak isterim sizlere (adını vermiyorum çünkü izin almadan aktarıyorum). Geçmiş olsun dileklerimle telefon açtığımda sesi son derece üzgün ve kırgındı. Söyledikleri bir yanıyla son derece naif diğer yanıyla o kadar gerçekçi. İlk cümlesi; “Bunlar kızları, kadınları dövüyor” oldu. Bir kız annesi olarak o kadar naif buldum ki bu açıklamasını. Şiddetle doğup, şiddetle yoğrulan bir toplumun çocukları kadın kız, demeden kırıp dökerken ortalığı, sergi katılımcılarından birisi en çok o tarafa üzülüyordu. Şimdi böylesine duyarlı bir adamın kime nasıl bir zararı olabilir, hangi güç bu adamı kendi şiddetli sanrılarına çekebilir. Ona sadece naif bir şekilde üzülmek ve kırılmak kalıyor.
Bir diğer cümlesi ise; “Güçlerini kadınlar, kızlara saldırmak yerine, gelip bizimle konuşmayı tercih etselerdi mutlaka bir uzlaşma ortamı bulurduk. Ne bileyim demokratik haklarını kullansınlar. Eğer tek dertleri içki içilmesiyse, gelip pankart açsınlar, protesto etsinler, konuşmalar yapsınlar.

Şimdi bu açıklamaların karşısında sorunun tek başına içki olup olmadığını tartışmalıyız. Bir tarafta içki içilmesinin de protesto edilebileceğini savunan demokratik bir yaklaşım diğer taraftan değil konuşmak, içki içebilecek bir başkasının yaşam, var oluş hakkına karşı saldırı…

Tabii bu durumun arkasında toplumsal bir sorun yatıyor. Tabii ki bunun altında kültürel sorunlar yatıyor. Hükümetin kendisini "ılımlı müslüman" olarak açıkladığı günden bu yana giderek tırmanan, giderek artan bir şiddet veya birtakım kişilerin deyişleriyle “mahalle baskısı”. Sanattan korkan, korkusunu konuşarak, anlaşarak aşmak yerine, sadece ve sadece beslendiği şiddetle sergileyen bu yaklaşım hepimizi çileden çıkarmaya başladı.
Bir kız çocuğu annesi olarak hemen telefona sarılıp, “Hemen yurtdışına git. Bu ülkede yaşamanı istemiyorum” dedim. Ben kızımı bir daha görmemeyi göze alarak bu ülkeden göndermeye çalışırken, tabii ki mücadele etmeyi de tercih edebilirim. Fakat mücadeleyi tek başıma ya da benim gibi düşünen bir avuç insanla edeceğimi çok iyi biliyorum. Çünkü benim haklarımı koruyup kollayan bir merci göremiyorum etrafımda.
Saldırı sırasında devletin kızımın güvenliğini sağlamakla görevlendirdiği polis 155’i arayın diyorsa, o zaman kimse kusura bakmasın, kızımı bu ülkeye emanet edemem.

Ben nasıl ramazan ayında kimsenin oruç tutmasına karışmıyorsam, kimse de benim içki içmeme karışamaz. Ben her cuma günü sokaklara taşan namaz kılanlara karışmıyorsam, kimse de benim inancımı sorgulayamaz. Ben kimseyi sadece imam nikahıyla evlenip birisinin karısı, kocası olarak kimseyi ahlaksızlıkla nitelemiyorsam, kimse de benim yaşam biçimime karışamaz. Ben türbanlı kadınların okuma hakkını sonuna kadar savunup, desteklerken onlardan da benim veya kızımın yaşam hakkına da saygı duymasını beklerim.

Tabii ki bu söylediklerim gerçek demokrasilerde geçerli. Demokrasi söylemleri maalesef Türkiye’de çifte standartlı. Bir yanıyla gerçek demokrasi söylemleri kurulurken, diğer yanıyla kendileri gibi olmayanlara ya kıyasıya şiddet uygulanıyor ya da onlara yapılanlar görmezlikten geliniyor.

Şimdi buradan Müslüman feministlere sesleniyorum. Nasıl bizden haklarınızı savunmak için destek bekliyorsanız, lütfen siz de bizim haklarımıza destek verin. Gerek cümlelerinizle, gerek basın organlarınızla, gerekse protestolarınızla bir başka yaşam biçiminin de yanında olduğunuzu gösterin. Tıpkı sizler gibi bizim de bu ülkede desteğe ihtiyacımız olduğunu unutmayın.

Servet Şahin"

21 Eylül 2010 Salı

Tophane Saldırısı

Çoğunuzun da bildiği gibi bugün Türkiye bir utancını daha yaşadı. Tophane'deki galerilere yaklaşık 100 kişi saldırıda bulundu. Biber gazına maruz kaldığım bu saldırıyla ilgili, bulabildiğimiz bütün bilgileri toplayarak, orada bulunan bir diğer arkadaşım Sera Kalkavan müthiş bir yazı yazdı. Dikkatle okuyunuz.

"Cumhurbaşkanım! Protestocuları kamerayla tespit etmeye çalışan RTE Tophane'de galerilere saldıranları da tespit eder mi acaba?"

Tophane Galeri Non’da Extramücadele’nin yeni sergisinin açılışındaydım bu gece. Yüzlerce kişinin katıldığı geceye Tophane esnafı-sakini olduğunu tahmin ettiğimiz 20 civarında kişi tam anlamıyla bir baskın gerçekleştirdi. Bu, saldırının sadece bir koluydu. Tophane Artwalk diye tabir edilen bölgedeki diğer sanat galerilerine de saldırılarda bulunuldu. Önce 1 Mayıs’lardan aşina olduğumuz polis silahı biber gazıyla saldıran grup ardından serginin ziyaretçilerinin üzerine yürüdü, kadın-erkek ayrımı yapılmadan bira şişeleri sırtlarında ve kafalarında kırıldı, masum kalabalık tekme tokat oradan uzaklaştırdı. Birbirini korumaya çalışan insanlar çok kısa sürede kaçtı veya yakındaki iş yerlerine sığındılar. İçeride ise farklı bir senaryo yaşanıyordu, biber gazına maruz kalanlar, dışarıya çıkıp dayak yememek için galerinin üst katlarına koşarak yan binaya sığındılar. Sanki bir sanatçının sergisinde değil de Nazi işgali altında bir kentteymiş gibi. Yaralananlar, “molotof kokleyli de olsaydı Sivas Katliamı olacaktı” diyor. Ciddiyetini düşünebiliyor musunuz? Bir sergiye gidiyorsunuz ve biber gazı yiyor, dayak yiyor, yaralanıyorsunuz.

Saldırının ertesinde hemen ntvmsnbc’nin internet sitesini kontrol ettim ve tamamen yanlış ve eksiklerle dolu bir haberle karşılaştım.. Saldırganların toplamda 20 kişi olduğundan bahsediliyordu, fakat sadece tek bir galeriye 20 kişi saldırmıştı. Toplamda yaklaşık 100 kişilik örgütlü bir saldırıydı bu. Ardından polisin saldırganları “yatıştırdığı” yazıyordu. Polisin saldırı anında gelmemesi bir yana, ortada “yatıştırılacak” bir durum yoktu. İki sevgilinin kıskançlık kavgası değildi bu. Biber gazından hiçbir şekilde bahsedilmeyen haberde ayrıca polisin sokakta güvenlik önlemleri aldığı yazıyordu. Orada olan birisi olarak o sokakta bir polis arabası dışında hiçbir güvenlik olduğunu söyleyemem. Bir diğer hata ise saldırının “sokakta içki içilmesi” yüzünden olduğu idi.. Sergi’deki içki servisini yapan genç hanım ile yaptığım konuşmada öğrendiğime göre saldırganlardan biri önce sergiyi gezmiş, bir içki almış ardından sergiden çıkmış ve sonra bir grup ile gelip saldırmış. Dolayısıyla bunun içki ile hiçbir alakası yoktur. Olduğunun söylenmesi de yanıltmaktır, hatta belki başka politik niyetleri hasıraltı etmektir. NTV’nin böylesine yanlış bir haber yazmasının sebebi ise çok farklı bir bahis konusu. Bir başka dezenformasyon ise Emniyet ve Belediye zabıtadan geliyor. Bilgiye göre “Firuzaga da cikan “kavga” içki yüzünden değil sokaktan geçen bir kadına sarkıntılık yüzünden”.. İnanabiliyor musunuz? Bir kadına sarkıntılık ediliyor ve ardından galeriye biber gazı atılıyor.. O biber gazı nasıl, ne amaçla ve nereden temin ediliyor? Artık bunun örgütlü bir terör saldırısı olmadığını söylemek imkansızdır.

Twitter, friendfeed ve ekşisözlük gibi platformlarda kıyamet kopuyor. Kutuplaşma iyice keskinleşiyor, herkes Türkiye’nin çok daha tehlikeli ve yaşanmaz bir ülke haline geldiğini düşünüyor. Olay yeterince korkunç, fakat bu insanların bu cesareti bulabilmeleri çok daha korkunç.

Saldırılar sırasında fiziksel yaralar alanlar oldu. Fakat bu gece hepimiz bir kere daha yaralandık; demokrasiye, Türkiye’ye ve en önemlisi aidiyetimize olan inancımız her geçen gün daha da azalıyor. Bu “terör” saldırısının suçlularının cezalandırılması bir yana, yakalanacaklarına bile inanmıyoruz. Yakalanacak da bir durum yok zaten, polisler saldırganların hepsini tanıyor.

Birilerinin ölmesi mi gerekiyor?

Sera Kalkavan"

31 Mart 2010 Çarşamba

ben teşekkür edicem!

son bi aydır kafamda aynı liste dönüp duruyo aslında, bir teşekkür listesi... hiç kimse tek başına bir şeyi mükemmel şekilde başaramıyo, hele ki kısa bi sürede. benim yanımda o kadar şahane insanlar vardı ki şu süreçte, bazen kolum, bazen beynim, bazen yeteneğim oldular. kendilerini ifşa etmekten sıkınmayacağım... listede olmayanlar lütfen üzülmesin, hep hissettim yardımlarınızı. unuttuğum biri varsa affola. başlıyorum!

1. sırrımı anlattığım insanlar. daha bu sergiyi herkesten saklarken fikri beğenip bana destek olanlar, heyecanlananlar, ağzını sıkı tutmayı becerenler. benim için saklamak çok zordu, bana yardım ettiniz.

2. berk bayri. kendisi şahane bir kartvizit tasarladı bana. o kadar harika ki bakıp bakıp duruyorum, kafamdakini ben bile bu kadar iyi çizemezdim ki, hiçbir şey söylemedim, şöyle olsun böyle olsun diye. ellere sağlık.

3. can ve elif. bana galerilerini açtılar, işlerime güvendiler. hayallerin mümkün olabileceğini biraz gösterdiler aslında.

4. kedim. sergiden sonra atmak istiyorum aslında kendisini. bu ne canım?! deli gibi çalıştıktan sonra sabaha karşı yattığım anı fırsat bilip sürekli işlerimin üstüne yattı. sayesinde kedi tüyü dolu işlerim var, serginin her anında kendisinden bir şeyler bulabilirsiniz.

5. eda demir. sabaha karşı gtalk'ta bütün "aman tanrııımm!!!"larımı dinledi, stres dolu anların nerdeyse hepsinde bir çözüm buldu. gad bıles yu may firend.

6. anne baba. kimsenin annesinin babasının bu kadar saygılı, bu kadar teşvik edici olabileceğini düşünmezdim. annem aylardır evin darmadağın olmasına gıkını çıkarmıyo ki bu çok nadir bir durumdur, babamsa serginin her türlü ince ayrıntısını dikkatle takip ediyor. sizi seviyorum.

7. dilara su müftüoğlu. ah, sen yok musun. kilometrelerce uzak olup, sanki sürekli yanımdaymışsın gibi nasıl bu kadar muhteşemsin 10 küsür senedir hala anlamadım. "ama bi de şöyle düşün.." le başlayan cümlelerinin hepsinin doğru çıkması, moral vermesi! canım.

8. bengi gençer. muhteşem kadın. kafasının kaşıyamayacak durumda olsa bile bana dünyanın en güzel afişini ve davetiyesini çizdi. yusuf'la beraber benden çok heyecanlılardı başta. bunu bana çok güzel hissettirdi. çizdiklerinde bazen o kadar kendimi buldum ki, ondan başkası olamazdı zaten. bütün aşamalar boyunca her türlü yardımdan kaçınmadı. kalemi sürekli arkadamdaydı hissediyodum, takdir edersiniz ki çok güçlü bir kalemi var kendisinin. iyi ki varsın.

9. ve tabii son olarak çağrı. sevgilim. ne yazsam ne desem teşekkür etmeyi beceremem biliyorum. yetmez çünkü. öncelikle her şeyi mükemmel hale getirdiği için, bana tekrardan dikmeyi, yapmak istediğim şeyi buldurduğu için, gereksiz ilişki yorgunluklarıyla beni uğraştırmayıp, yaratmak için bana zaman tanıdığı için. her zaman yanımda olduğu için. gerektiğinde çok güzel konuşabildiği için. için de için. en önemlisi bu kadar iyi olduğu için...

teşekkürler! siz olmasanız böyle olmazdı, belki de hiç olmazdı.

28 Şubat 2010 Pazar

1 nisan, 2010'da şaka günü değilmiş, "çeyizlik filmler" günüymüş!

sürekli bahsediyorum ya, sergi sergi sergi diye. nihayet açıklama vaktim geldi.
ben keçeden 3 boyutlu film afişleri yapmaya başladım bundan yaklaşık 1 yıl önce. arkadaşıma hazırladığım dvd kapaklarından aklıma geldi bi anda.
sürekli işi kolaylaştırıp, başrolleri öne pat pat koyup afiş yapma mantığından uzaklaşarak tamamen el emeği afişler yapmayı kafama koydum. malzemem tabii ki değişmezdi, keçe.
hem daha önceden denenmemişti, hem de kullanmayı en çok sevdiğim malzemeydi.
işte bu ya, dikdörtgen olmasın dedim hepsi, bazıları kare, bazıları kasnağa gerili bazıları da film kahramanlarının şekillerinde olsun dedim. hatta interaktif olanları bile var (:

film izlemek benim için bir tutkuyken "en sevdiğin film hangisi" sorusuna bir türlü cevap veremiyordum. düşündüm ki bu sergide biraz cevaplandırabilirim artık.
ismi "çeyizlik filmler" çünkü hepsi saklamak isteyeceğim filmlerdi, ee bütün diktiğim afişleri elle yapmamın da etkisi çok büyük tabii ki.

durum böyle, sergi 1 nisan'da başlıyor, merak ederseniz 1 nisan'da Milk Gallery'de olabilirsiniz (: 18'ine kadar açık olacak.

bikaç tane sneak peek de yapayım istedik, afişlerin tamamı için nisan'ı bekleyeceksiniz (: