25 Ağustos 2009 Salı

bir soru

size bir sorum var.
toplu taşım araçlarına yalnız bindiğim yıllar boyunca beynimi tırmalayan bir konu oldu bu. umarım bana yardımcı olabilirsiniz.
minibüslerde şöförlerin yanında paraları falan koydukları bir kısım var bildiğiniz üzere. bazı insanlar gelir, çot diye oturur oraya yer yoksa...
hepsi mi şöförü tanır kardeşim? kim otursa "o hoovv nabiyon eyi misin?" diye bir başlıyor, sanarsınız bin yıllık arkadaşlar. ya da öyleler mi? oraya sadece şöför arkadaşları mı oturabiliyor?
he bir de eğer arkadaşlarıyla, gördüğüm kadarıyla şöförler hiç sevmiyor arkadaşlarını. soğuk soğuk konuşuyorlar hep. gözleri hep, engellenemez dürtüleri olan daha çok yolcu almakta.
ulan hepsi mi tanır? aklım almıyor.
şahsen ben hiç oturmadım, yıllarca korktum hep. sonuçta tanımıyorum ben şöförü...

büyüyoruz...


bugün heveslendim bakiim dedim minik online oyuncakçımız ne kadar duyulmuş. google'ladım hemen "le petit yubbié"yi. gördüklerim karşısında şaşkınlıklar içinde kaldım.
sevgili friendfeed dostları sağolsun (özellikle eda, elinden geleni ardına koymadığı için ^^), bir sürü şey yazdılar zaten ama ekşisözlük ve itü sözlüğe de girmişiz çok mutlu oldum. hele itü sözlük'te bir şey yazmışlar ki gözlerim doldu.
bir başka mutlu eden şey de, birisi blogunda yazmış "le petit yubbié"yi.
arkadaşlarım yazdığında, beğendiklerinde tabii ki çok seviniyorum ama tanımadığım insanlardan görünce geri dönüşümleri, inanılmaz gururlanıyorum.
buradan herkese teşekkür ederim.
oyuncaklarım ne kadar emek ve mutlulukla yapıldıklarını anlatabilmişiz demek ki. bunun için bir de çağrı'ma teşekkürler, kendisini metin yazarı olarak tuttum, akşamları işten gelince çalıştırıyorum. öpücükle de kandırdım, hayat bana güzel... he bir de oyuncaklarını 4 gözle değil 16 gözle bekliyoruz artık.
böyle beğenmekler ne güzel, insan güzel bir şey yaptığını anlıyor, yaptıkça yapası geliyor. (:

24 Ağustos 2009 Pazartesi

evlatlık giden oyuncaklar

her oyuncak siparişini yaparken ister istemez aramızda bir bağlılık oluyor. her diktiğim parçanın, her kopardığım ipin bir hatrı oluyor içimde. hal böyleyken, oyuncak bitip sıra alıcıya göndermeye gelince içim bir cız ediyor. sanki bebeğimi yolluyormuşum gibi.
onları iyi insanlara verdiğimi biliyorum, bilmezsem, en ufak bir güvenmesem bissürü emekle yaptığım bu oyuncakları vermem zaten. bu iyi insanlar eminim çok iyi bakıyordur oyuncaklarıma. görünce ne kadar sevinmişlerdir kim bilir...
anlayacağınız "sevgiyle yapıyoruz" yalan ya da reklam için kullanılan bir cümle asla değil. gerçekten severek yapıyorum onları.
bu sefer benim için yollaması daha da zor bir şey yaptım. küçük prens. bu küçük kahramanımın fotoğrafları gelince koyucam bloga ama inanın şimdiden özledim onu.
yirim.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

umut


son 4 yıldır destek kampanyası zamanlarında açık radyo'da çalışıyorum. yaptığım şey sadece call center'da destek vermek isteyen insanların kayıtlarını almak ama bana kendimi çok iyi hissettiriyor. 4 yıl önce bununla başladı ama artık sadece bunla bitmiyor tabii açık radyo maceram. arada pazar günleri saat 2'deki "metamorfoz" adlı şahane programa da katılıyorum. katılmasam bile pazarları radyoda bulunuyorum.
açık radyo, günler ilerledikçe dünya kötü gitse de, bana "kaliteli" insanların varlığının kanıtı gibi geliyor. çalışanları olsun, bağlantı içinde oldukları olsun belki 100 bilemediniz 200 kişi vardır. ama orada tanıştığım insanların çoğu, 10 kaplan gücünde. birisi ormanda 10 kaplan ediyor, öyle düşünün.
bu çok güzel bir his. güven gibi, huzur gibi. ama en çok umut gibi...

17 Ağustos 2009 Pazartesi

yine bir gün öğreniyorum...


  • bütün gün evde oturup oyuncak yapınca, konuşmayı unutuyorum. bariz bir şekilde cümle kurmakta zorlanıyorum.
  • umarım insanlar bilerek majiskül kullanmadığımın farkındadır. bütün internet ortamlarında, profesyonel bir şey değilse kullanmıyorum. minisküller heb daha sevimli geliyor.
  • "abartmak" kelimesinin zıttı yok. bugün fark ettim ve çok büyük eksiklikler çektim. mesela birisi bir şeyin azlığını abarttığında noluyor? türkçe yine yetersiz kaldı...
  • fibromiyalji, eğer oysa, çok acıtıyor.
  • sakız, kahve ve kola bağımlısıyım. geçen güne kadar kahve ve kolaydılar, dün sakız da eklendi. artmaz daha da umarım.
  • last.fm bazen deliriyor, tamam onu seviyorum, yokluğunda büyük acılar çektim ama, dostum "the beatles" radyosunda rap müzik çalınmaz ki, hem de led zeppelin çalıyor diyorsunuz. büyük yalancısın, ayrıca türkçe'n de çok kötü.
  • beni derinden sarsacak, gönül telimi titreticek pek şarkı çıkmıyor bu aralar. help!
  • friendfeed'te hayatını geçiren insanlardan biri oldum. pişman mıyım? hayır. gayet de eğleniyorum.
  • hayatımda ilk kez, kendi işimi yaparak, belki çok komik paralar kazanarak yazı geçiriyorum. hem de çok yoğun bir şekilde. hoşuma gidiyor ama çok. tatile gitcek bile vakit yok!
  • şaka şaka, bu hafta sonu sevdiceğimle kaçacağız belki yakınlarda bi yerlere.
  • bi de, duyuyor musun bilmem ama, dilara seni çok özledim.

16 Ağustos 2009 Pazar

hepimiz hitler'iz

bir insan, hayatında var olmasına karar verdiği insanların defosuz olmasını istiyor, mesela hiçbirimiz kekeme arkadaş edinmiyoruz. evet tabii ki kimseyi sırf kekeme ya da engelli diye baştan geri çevirmiyoruz ama içten içe de istemiyoruz. çocuk sahibi olmak istediğimiz insanın şeker hastası olmasını istemiyoruz mesela.
hepimiz bir ari ırk, en güzeli, en iyisi peşindeyiz. bu bir yere kadar güzel de, bir süre sonra ırkçılık olmuyor mu?
bir insanı tanımaya çalışırken, neler çaba harcamanızı engelliyor bir düşünün mesela. çekingen biri baştan defolu olabiliyor. bir kere zor konuşuyor, sürekli sizin konu açmanız gerekiyor falan falan. sonra hop, arkadaşımız olamaz. sonsuz yoğun, mükemmel ve değerli hayatımızda ona ayıracak vaktimiz yok. kusura bakmasın.
yanlış anlamayın, bilinçli ya da bilinçsiz ben de yapıyorum bunu. kendime de kızdığım için yazıyorum. aslında özürlü, çekingen, kekeme diye sıfatlar koyarak ben çoktan yapmış oluyorum etiketlememi. böyle şeylere bile ihtiyaç duymayacağımız bir dünya olsa keşke.
bir yanıyla haklıyız ya da tembeliz. önümüze daha iyisi gelirse onu almaya alışmışız. mesela küçücük bir çocuk bile güzel bir insan gördüğünde onla çok daha rahat iletişim kuruyor. neden? çünkü hep güzeli poh pohlanmış evinde, neden diğeriyle "vakit harcasın".
peki bu insanların suçu ne? içlerinde nasıl farklı dünyalar vardır hepsinin. ayrıca hepimiz farklı açılardan defolu değil miyiz zaten?


ben geçen gün enine boyuna düşündüm. aslında hepimiz hitler'iz.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

amerikan tarzı üzülmek

sanıyorum ki ben amerikan tarzı üzülüyorum.
şöyle ki, bir türk filmi izlediğimde, içindeki üzün bana çok cıvık cıvık, çok abartılı, fazla arabesk geliyor. bir avrupa sineması üznü içimi kemiriyor, yüreğimi dağlıyor. amerikan filminde ise adam gibi üzülüyor işte.
sanmayın ki amerikan sineması hayranıyım, aksine avrupa sinemasını tercih ederim ama üzülme konusunda amerikalılara benziyorum sanırım.
benzeyen tek huyum bu olsun be!

fıstıkçı şahap günümdeyim

geçen gün çok sert sessiz günümdeydim.
"kitapı" verir misin deyip, "dolapa" baksana diye haykırmak istiyordum.
olmadı.
sonra "blog" kelimesini çok sevdiğimi farkettim, kendiliğinden bir sert sessizliği gibi bir durumu var. "bloguma" baktım diyoruz mesela. bloğuma değil.
blog seni seviyorum!

12 Ağustos 2009 Çarşamba

yummy!


içimden geldi sizlere pek sevdiğim mekanları yazacağım, yemek için içmek için.
işte "istanbul'da ne kadar güzel yerler var ki!" listem;


3. mevkii (taksim)
ara kafe (galatasaray)
helvetia (asmalı mescit)
fıccın (galatasaray)
sade kahve (rumeli hisari)
emek kahvesi (yeniköy)
culinary ins. (odakule)
ismet baba (kuzguncuk)
limonlu bahçe (galatasaray)
tesadüf (kuzguncuk)
sushico (nişantaşı)
balkon (asmalı mescit)
otto (asmalı mescit - santralistanbul)
house cafe (tünel - galatasaray -sevdiklerim-)
mezzaluna (nişantaşı - istinyepark)
mustafa abi (galatasaray)
possitano (karaköy)
peyote (nevizade)
badehane (asmalı mescit)
gar lokantası (haydarpaşa tren istanyonu)
parantez (asmalı mescit)
kız kulesi (denizin ortası)
çiya (kadıköy)
bezgin (asmalı mescit)
şütte (nişantaşı)
kızgın kahvaltıcı amca (beşiktaş)
bursa iskender kebapçısı (taksim)
karaköy lokantası (karaköy)
kiki (sıraselviler)
lavanta (ortaköy)
bodrum mantı (arnavutköy)
abbas (bebek)
kahve 6 (cihangir)
neakhora (yeniköy)
firuzağa kahvesi (cihangir)
orient ekspres (sirkeci tren istasyonu)
symrna (cihangir)
ismini hatırlamadığım bir rum meyhanesi (burgazada)
cadde-i kebir (taksim)

fotoğrafın bir ilgisi yok tabii ki, o sadece deviantart'ta bulup bayıldığım bir sualtı alice serisi. mükemmel valla. hatta linki de veriyim; http://sugarock99.deviantart.com/

listemin sırası felan yok aklıma geleni yazdım, eminim daha bissürü keşfedilmemiş müthiş yer vardır, aklımda geldikçe eklerim ki!
öptüm bay.

6 Ağustos 2009 Perşembe

dikenlerin tüy tüy olması...


dün gece bir tarihe tanıklık ettim. hafızamdan asla silinmeyecek bir gece yaşadım.
5 ağustos gecesi, harbiye açıkhava tiyatrosu'nda sahnede leonard cohen vardı. evet zaten ağzından çıkacak bir kelimeye bile razı gitmiştik konsere. isterse sesi çatallaşsın, 1 saat dursun gitsen dedik ama ağzımızın, kulağımızın payını aldık. biz payımızı aldık, cohen'se pasını aldı götürdü.
bir kere gece zaten yeterince büyülüydü, açıkhava'yı zaten çok seviyorum, nedense orası çok iyi geliyor bana. bir yanda dolunay vardı, cohen'i duydukça sahnenin arkasından gösterdi kendini usulca. hani romanlarda hayal ettiğimiz büyülü geceydi zaten...
sonra saat tam 9 olunca leonard cohen gösterdi kendini. hoplaya zıplaya! 75 yaşındaki bu müthiş adam her sahneye girişinde ve çıkışında hopladı ve zıpladı. "dance me to the end of love"la başladı masalını anlatmaya.
bu kadar iyi bir şarkısıyla başlamasını açıkçası beklemiyordum, malum hepimiz türküz, biraz yavaş kanlıyız. anca yerimizi bulup, otururuz. konserlere geç geliriz, ne de olsa ağır abiler hep geç çıkarlar. öyle olmadı ama, leonard baba tam vaktinda başlamayı tercih etti, bize de küçük bir ders verdi.
konsere geri dönmeden, izleyiciye de bayıldığımı söylemek durumdayım. her ne kadar geç kalan büyük bir kalabalık olsa da, ilk kez bu kadar saygılı bir izleyici gördüm ben. birçok alkış duydum açıkhava'da, bu denli yüksek desibellisini duymadım inanın. "leonard cohen'den bahsediyoruz burda" derseniz de, haklısınız ne diyim. aksi de pek mümkün gözükmüyordu zaten.
konsere geri dönelim, cohen bir bir devam etti mucizelerine. aslında ilk bir saatte neler yazacağımı kafamda oluşturmuştum. çok çok iyi bir konserdi, büyüleyiciydi, olağanüstüydü. sonra "hallelujah" geldi. cohen adeta zirveye ulaştırdı bu şarkıyla. kafamda yazacağım her şey, düşündüklerim, hissettiklerim az gelmeye başladı. yazacaklarım, gördüklerim - duyduklarımdan sonra yeterli değildi.
hepsi birbirlerinden yetenekli ekibiyle birlikte harikalar yarattılar gece boyunca. size kalan tek şeyse ağzınız açık izlemek oldu. fotoğrafta cohen'in söylediği adam bir ara gitarı ağlattı mesela. arkasındaki adamın kaç müzik enstrumanı çalabiliyor bilen yokmuş diyorlar...
bir de dün gece asalet nedir tekrar öğrendim. cohen, her şarkıdan sonra şapkasını çıkartmasıyla, bütün sololarda elindeki şapkasıyla arkadaşlarını hayranlıkla izleyişiyle, ekibindeki insanları inanılmaz güzel sözlerle tanıtışıyla bize öğretti tekrardan "asillik" kelimesini.
her şarkıda farklı bir konser yapmış gibiydi adeta, her şarkıda bize farklı bir masal okumuş gibiydi. bu konser için tüylerim diken diken olmuştu demek isterdim belki ama, bu kadar mükemmel bir şeyin tüyleri diken etmesi mümkün değildi. olsa olsa kendi içimizdeki dikenleri tüy tüy yapabilirdi, yaptı da.
işin aslı, "famous blue raincoat"tan sonrasını çok da hatırlamıyorum, başka bir diyara gitmişim o sırada, gözlerim dolmuş, içim kıpırdamış farkında olmamışım. 4 kez bis yaptı resmen. 4 kez!
o da mutluydu, belki de en güzeli bunu hissedebilmekti. biraz "dostlar" dedi, mutlu olduk. gidip sarılmak istedik bol bol.
son olarak, bilmiyorum gidenlerden fark eden oldu mu ama, dün gece bir yıldız kaydı. gördüğüm en güzellerinden bir tanesiydi hatta. hemen dileğimi tuttum. hem belki cohen konuşmuştur yıldızlarla? böyle mükemmel bir gecede, kayan yıldızın ardından dilenen dileğin gerçek olmaması gibi bir şey mümkün olamaz bence. kesin cohen'in parmağı var bu işte...

size setlistiyle veda ediyorum, 75 yaşındaki koskocaman kalpli bu adamın 3 saatlik masalına tanık olmanızı gerçekten çok isterdim...
ne adammışsın be leonard cohen! "i'm your man" demişsin ya, you're "the" man'mişsin.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

yazık be.


fotoğrafını gördüğünüz mekanı beğendiniz mi? aslında bu görüntüden bile daha güzel bir mekan. ama sadece mekan böyle. görüntüye bakınca aldanmamak gerektiğini öğrendik bu hafta sonu. işletme en az mekanın güzelliği kadar önemliymiş...
geçen cuma sevgilim ve ben trene atlayıp eskişehir'e bir arkadaşımızın yanına gittik. çok keyifli bir hafta sonuydu. taa ki görüntüde gördüğünüz, pool&bistro adlı bu mekanı keşfedene kadar.
pazar akşamı ne yesek, nerede yesek derken burayı hatırladık ve gittik. mekan o kadar güzel gelmişti ve sohbet öyle keyifli ilerliyordu ki geciken siparişlere, küçük porsiyonlu yemeklere aldırmadık... yemeklerin vasatlığı da bizi çok ilgilendirmiyordu çünkü uzun zamandır görüşmediğimiz arkadaşımız ve biz çok mutluyduk.
bir ara arkadaşımız, başka arkadaşlarını gördü ve onlarla bir sohbete daldı. ben biraz üşümüş, bir şal rica etmiştim. bir yandan şala sarıldım, bir yandan sevgilim bana sarıldı, ısıttı.
bir yandan gülüşüp, bir yandan benim bir projem hakkında kafa yormaya başladık. "tatlı mı yesek acaba?" diye istediğimiz menü 10 saattir gelmemişti ve ben artık dayanamayıp tekrar uyardım garsonu.
sonra bizi şok eden gelişmeler oldu. ukala bir garson gelip "tavırlarınız müşterilerimizi rahatsız ediyor sizi GÖNDERMEK zorundayım" dedi. rahatsız edecek ne yaptığımızı sorsam da aldığım cevap, "tavırlarınız" "aile müessesi"nden farklı olmadı. yaşadığımız şokla fazla bir şey diyemeden kalktık.
sonra tabii çok içimize oturdu bu. çağrı zaten bir masanın sürekli bize baktığını farketmiş. rahatsız olmuş hatta. kalkarken de "heh işte bu kadar" diyorlarmış bu zavallı insanlar. bense kendi içinde gülüşen garsonları görüp anlamamıştım neler olduğunu.
her şeyi geçtim, aile müessesi dediği mekanın içinde bir bilardo var, hemen yanı pub gibi tasarlanmış. sanırım burası çocuğunu alıp bira içmeye gittiğin aile müesselerinde.
mekandan sinirle çıktık tabii ki. insan, en ufak bir sevgi kıpırtısı görüp kıskançlığından çatlayan insana mı kızsın, yoksa böyle bir saçmalığa izin veren işletmeciye mi kızsın bilemiyor. kendinizi aşağılanmış ve mutsuz hissediyorsunuz ki bunu kimsenin size yaşatmaya hakkı yok.
biz hakkımızı yasal yollardan arayacağız. bu sorun değil. ulaşabileceğimiz insan işletmeci olduğu için onu dava edeceğiz ancak popülasyonunun büyük kısmının öğrencilerden oluştuğu bir şehirde böyle zihniyetle çalışan insanları olması çok üzücü.
bu yazıyı şunun için yazıyorum, hem bir gün yolunuz eskişehir'e düşerse bu mekana gitmemenizi tavsiye etmek için ya da en azından bilin diye, hem de bir yanıyla ne kadar tehlikeli bir dönemin içine girdiğimizi tekrar farkettiğim için aslında. bu bahsettiğimiz yer eskişehir. daha doğu şehirlerimizde neler neler vardır düşünmek bile istemiyorum. eskişehir'de bu tür müşterileri koruyan bir işletmeci ne kadar daha var olabilir orada hiç emin değilim. ama, sayıları artıyor bunların. farkında mısınız?
politik olarak düşünmeyi ve hatta kendi yaşadığımız siniri bir kenara bıraktım. bu tür bir tabloya tepki gösteren çifte üzülüyorum en çok... ne zamandan beri sevdiği insana sevgini gösteremeyen bir ülke olduk biz? ne zamandır kocalarımız bizi bir kez bile öpmüyor? ne zamandan beri aşık bir çift görünce bunu illa ki pornografik olarak algılıyoruz?

yazık be.