29 Temmuz 2009 Çarşamba

mektup dikmek...

geçenlerde yeni bir keşif yabtım! keçeye baskı yapmak gerekince, içime sinmedi pek. keçe kadar sevimli, samimi bir malzemeye baskı gibi soğuk bir şeyi eklemek istemedim. o sırada dikmek geldi aklıma. sonra oturdum, bütün harfleri tek tek dikip bir mektup yazdım. mektup "eternal sunshine of the spotless mind" filminin kadın hafızasını sildirince arkadaşlarının evine gelen hatırlatma notu. işte sonuç bu oldu...


-fotoğrafın üstüne tıklamaktan çekinmeyin, daha yakından görmenizi tercih ederim.-
fontu, filmdeki nota sadık kalarak courier new yapmaya çalıştım, bold olanları yerleri iki iple diktim. sadece "lacuna inc."in times new roman'ını yapamadım ama zaten bir kısmı değişmek zorunda kalmıştı çoktan. işte detay...



son olarak arka kısmını göstermek istiyorum çünkü çok garip bir dokusu oldu arkada. ben çok sevdim. gizemli bir dil gibi. çok uğraşırsanız, uslu bir çocuk olursanız bazen yakayabiliyorsunuz arkada ne yazdığını. sevimli oldu sanki he?


afiyetle yiyin...

24 Temmuz 2009 Cuma

ben de yazıcam

Ben 25 yaşında, hala oyuncaklarla oynayan ve bundan sonsuz zevk alan bir adamım. Bu durum bazı insanlar için (anlam veremediğim şekilde) utanç kaynağı olsa da, benim için gurur duyulası bir durum ve öyle de olmaya devam edecek. Ailem ben doğmadan başlamış oyuncaklarımı almaya. Bilinen (ailem tarfından onaylanan) ilk oyuncağım, "Değerli" adında peluş bir köpek.

İnsanların "kutu kutu pense" falan oynadıkları garip bir mahallede doğdum. Küçücük, sevimli bir sokağımız vardı. İnsanlar maç yapmazdı. Ben de yapmadım.

Belki de buna borçluyum oyunlarla ve oyuncaklarla büyümüş biri olmamı. Kendi oyunlarımızı, oyuncaklarımızı yaratırdık.

Bu güzelim blog'u takip edenleriniz fark etmiştir. Hala değişen bir şey yok. Hala, kendi oyunlarını ve oyuncaklarını tasarlayan kocaman çocuklarız sevgilimle (
). Türkiye'de 50'li yıllarda çok gelişmemişti oyuncaklar tahminimce. Geçenlerde gördüğüm oyun seti beni birazcık üzdü bu açıdan. Bakınız benim sokakta "kutu kutu pense" falan oynamamdan tam 35 sene önce, Amerikalı sebil neyle oynuyormuş:

Hayatı boyunca oynayabileceği en teknolojik yerli oyuncak "Tees Elektronik Seti" olan biri olduğumu düşünürseniz, üzüntüme hak vereceksiniz sanıyorum ki.
Bakalım 1951 yılında 50 dolara satılan bu setin içeriği neymiş:

  • Geiger-Mueller sayacı
  • Wilson Cloud Chamber
  • Spintariskop
  • Elektroskop
  • Alfa, beta ve gamma radyasyon kaynakları (!?)
  • Radyoaktif madenler (4 tip uranyum)
  • 3 resimli kitap (Uranyum araştırması, Dagwood atomu nasıl böldü, Gilbert atomik enerji giriş kitabı)
Amerikalı gençler uranyum deneyleri yaparken, Tees Elektronik Seti'yle kapı zili yapmayı başarmış "şanslı" azınlıktan biri olduğumu düşündüm dün. Birkaç satır bir şey yazmadan geçemedim.

Muhakkak ki oyuncak kavramı bambaşka bir boyut alacaktır yakın gelecekte. Belki de bugün delicesine teknolojik gelen şeyleri bile görmezden geleceğimiz günler olacak; ama inanıyorum ki bir şey asla değişmeyecek: "En güzel oyuncak, insanın kendi yaptığı oyuncaktır."

Not: Tees, internet sitesini e-maximum denen şeyin lisanssız sürümüyle yapmış. Onu bir düzeltin hele ya. (mehehehe)

Çağrı

20 Temmuz 2009 Pazartesi

astreoid b 612



beni tanıyanlar bilir, büyük bir küçük prens hayranıyımdır. kendisi kahramanımdır.
birkaç kez sen çocuk romanı yaz, ben de çizeyim gibi teklifler aldım. bunu diyen herkese ilk tepkim "küçük prens'i okuduktan sonra bir şey yazabileceğimi sanmıyorum" oluyor.

le petit prince nam-ı diğer küçük prens, hem çocukların algılayabileceği kadar basit, hem de büyüklere birçok yeni perspektif katabilecek kadar derin. işte bence bir çocuk romanının başarabilmesi gereken en önemli noktaysa bu, hem büyük hem çocuk anlamalı kitaptan. sadece "mesaj" vermeye çalışan bir şey olmamalı.

kitabı birkaç ay önce tekrar okudum. bir dövme fikrim vardı, içinden bir cümleyi güzel bir fontla ayak bileğime dolanacak şekilde yazdıracaktım. bu dövme fikri içinse bir cümle bulmalıydım, öyle bir cümle olmalıydı ki, hayatım boyunca vücudumda taşıyabileceğim, beni anlatacak bir şey. baktım çizdikçe çiziyor, kendimi durduramıyorum, bu fikirden vazgeçmek zorunda kaldım. yine de dövme olarak bir küçük prens yaptıracağım kendime. ilk gördüğünüz resmi, bacağıma yaptıracağım bir gün. bu fikri her geçen gün daha çok seviyorum... he bu arada en sevdiğim bölümse tilkili olan. "evcilleştirilmek" çok güzel bir metafor.
normalde bir roman kahramanının ya da bir çizgi film kahramanının her türlü hediyelik eşyasının çıkmasını sevmiyorum. ama birkaç tanesi var ki benim için daha çok olsa demekten kendimi alamıyorum. mesela geçen gün japonya'da bir küçük prens müzesi olduğunu öğrendim ve bu beni bir miktar üzdü. birkaç tane küçük prens hali...


öncelikle bundan bahsetmek isterim, japonya'da bulduğum müzenin bahçesinde yer alıyormuş bu heykel. ben görünce bilgisayarın başında kalkıp biraz yürümem gerekti, sitesine baktıktan sonra da bilgisayarı kapatıp buzdolabına koydum zaten. işte sitesi; http://www.tbs.co.jp/l-prince/en/




bu ayakkabıları uzun süredir içten içe arzuluyordum aslında. dün almaya karar verdim. 60 dolar. şu sitede satılıyor; http://www.melissaplasticdreams.com/collection/fall-winter-08-09/white/glam-le-petit-prince




bunu geçen sene kanyon'daki karınca'da görmüştüm. tabii ki çok pahalıydı, "pis,bok, göt" diye çıktığımı hatırlıyorum mağazadan.



işte bu çok sevdiklerimden biri. çok yaratıcı bir stencil. çok çok güzel kısımlarından birini yazmışlar; "insan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."


benim gibi kutu severler için ayıp ettikleri bir parça daha... terbiyesizlik!



pek şeker tilki de tabii ki tahtadan yapılmış. çok güzel olsun diye!



daha birçok şey var aslında gösterilebilecek. kolonyası, tabağı, bardağı falan. ama istemedim onları göstermeyi. çok beğendiklerimi sundum efenim.
size tabii ki küçük prens'ten alınma sözlerle veda ediyorum...
"bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. ve geceleri gökyüzüne bakarsın. herşeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana.. belki böylesi daha iyi. yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin.."

bir de "şu büyükler ne tuhaf!"

misafir

siz şaşırmadan söyliyeyim, bloguma arada sevdiceğim de yazıcak artık. konuk yazar olarak.
beğendiklerini paylaşır belki bizimle ya da bir şeyler yazmak ister felan onları bilemem.
farklı bir fontla, altına kendi imzasını atarak aramızda olacak.

heyecanla bekliyorum!
e.

19 Temmuz 2009 Pazar

ben

yolda yürürken müzik dinlemeyi çok seviyorum. bazen jeff'te (shuffle'ım adı, coupling dizisindeki şaşkın adam, malum shuffle dediğiniz de şaşkın bir şey) özellikle soundtrack'leri seçip kendimi bir filmin içinde hayal ediyorum. genellikle çalan soundtrack'in filmleri oluyor ama kendi senaryomu yazdıklarım, en keyiflileri!

sayende kelimesi yüzünden


size biraz önce başıma gelen bir şeyden bahsetmek isterim.
sakarlığımla uluslararası nam salmış bir bireyimdir. kime sorsanız gösterir. birçok dilin sözlüğünde "sakar" kelimesinin açıklaması olarak benim ismim yer alır. bunlar size bir önbilgi olsun isterim.

biraz önce açık radyo'da sevdiceğimle, internetten bir şeyler araştırıp, bir yandan da meşrubat tüketiyorduk. ben takdir edersiniz ki bir bardak kolayı üstüme ve iki katlı radyonun her şeyine dağılacak şekilde dökmeyi başardım.
sanmayın ki sakarlığımdan, havalar malum bu aralar sıcak, serinliyeyim istedim. çok başarılı olmasa da fena bir yöntem sayılmaz. hem yapış yapış olmamak için, bütün her yerinizi yıkamanız gerektiğinden illa ki bir serinleme söz konusu.

her neyse, anlatacağım şey bu değildi, konu dağıldı.
meşrubat, bütün bacaklarıma, şortuma, koluma felan geldi. ve tabii ki ayakkabılarıma! sevdiceğim hemen etrafı silmeye yönelirken ben de kendimle ilgilendim. ve sevdiceğime en azından ayakkabılarımın sayesinde bir şeyler dökülmesine alışık olduğunu, birlikte yürürken sürekli bastığı taşların altından fışkıran suların ayakkabımı şenlendirdiğini söyledim. sevdiceğim bu duruma biraz alınmış olmalı ki, hemen de lafımı soktuğumu söyledi. ben de hemen ekledim, farkettiyse "sayende" dediğimi, "yüzünden" deseydim laf sokmuş olabileceğimi söyledim. ve tabii ki sevdiceğim çok doğru bir şey söyledi, "iyi de sen onları sürekli karıştırıyorsun, bu yüzden "sayende" dedin" dedi.
haklıydı. ben hep bu iki kelimeyi karıştırıyorum. orada numara yabmıştım (:

17 Temmuz 2009 Cuma

kelepir satılık ülke!!


çok garip bir ülkenin varlığını öğrendim geçenlerde. adı sealand, platform adanın üstünde. 550 metrekare. ikinci dünya savaşı sırasında ingiltere, alman hava baskınlarından korunsun diye yabmış, sonra terk etmiş. en küçük ülkeymiş bu arada kendisi. ama sanırım bunu tahmin etmişsinizdir.
roy bates diye bir adam ve ailesi 1967'de taşınmaya karar vermişler adaya. roy bakmış ada uluslararası karasularında, "neden ben burda kendi devletimi yabmayayım ki" demiş.
ertesi sene kraliyet donanması roy ve ailesini adadan atmaya çalışmış ama adadan açılan ateşe maruz kalan askerler tıpış tıpış geri dönmüşler. sonra dava açmışlar ancak ada ingiliz karasularının 3 mil açığında olduğu için roy haklı bulunmuş ve galibiyetini almış!

sonra başlamış devletsel olaylara. bayrak yapmış, ulusal marş edinmiş ve en enteresanı amerikan dolarına denk gelen sealand doları yaptırmış, hatta çok güzel paraları da mevcut.
he bir de kktc'yle futbol maçı bile yapmışlar bir vakit. 6-1 yenmiş kktc.
adada şu an kimse yaşamıyormuş ama 1000 kişi pasaportuna sahipmiş. ada üzerinde yaşarlarken geçimini hediyelik eşyadan sağlıyorlarmış.
2007'de satılığa çıkartmışlar ülkeyi :/ 10 000 000
sterlin gibi bir ülke için cüzzi bir rakama (?!)
tatile gidesimin feci arttığı şu günlerde oralara kaçmak aklıma gelmiyor değil.

he bir de türkiye temsilciliği var ülkenin, merak edenler felam;
http://www.trsealand.tk/


bu arada bu ülke bana ortaokulda yaptığım bir ingilizce projeyi hatırlattı. bir ülke kurucaktık ve her türlü bilgisini felam vericektik. benim ülkemin ismi "loveland"ti tabii ki. 12-13 yaşlarındaki bir genç kızın aklı sadece aşka çalışıyor (gerçi önceki yazılarıma bakılırsa büyüyünce de pek değişmiyor (; ). pek yaratıcı bir isim olmasa da güzel bir proje olmuştu. ülkemin haritadaki şekli kalp şeklindeydi. hehe.

16 Temmuz 2009 Perşembe

ben

bazı parçaların sadece giriş kısımlarını seviyorum, geri kalan kısmınıysa parçanın gönlü olsun diye dinliyorum.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

huzursuz ayak sendromu

okula girdiğim ilk sene, temel sanat dersindeki ödevlerden biri maket yabmaktı. çoğu insan el maketi yabmaya girişti nedense, ben ayağı tercih ettim. muz vardı bir tane, ben çok beğenmiştim ama hocalar kolaya kaçtığını söylemişlerdi arkadaşa. üzdüler boşu boşuna. neyse..
ben ayak yaparak kendimce küçük kelime oyunları da yaptım bu süre zarfında. msn'deki iletimde günlerce kaldı "ayak yapıyorum..."

temel sanat güzel dersti be aslında ama mimar sinan'a yeni girmiş olma hali, ilk sene bir sürü dersin ağırlığı felan filan. nedense bu ödev öyle olmadı, son gece olan aksilik olmasaydı, parmak kısımlarını daha da güzel yapabilirdim ama olsun. işte sonuç...





biraz yıpranmış ayağım, fotoğraf çekmeye çıkartınca farkettim. taşınırken pis nakliyatçılar tabii ki dikkat etmemişler. kıskıs güldüklerini hatırlıyorum görünce. gülünecek ne varsa?
alt tarafı kocaman bir ayak!

herkese selam!
hehe.

14 Temmuz 2009 Salı

dostluk müessesesi

bazen gerçekten insanları anlamakta zorlanıyorum. evet belki herkes gibi ama ne bileyim.
arkadaşlık kurmak benim için her zaman zor, belki de bu arkadaşlık, daha doğrusu dostluk müessesesine fazla önem verdiğimden.
birini dost olarak nitelendirdim mi, çok şey bekliyorum. aynı zamanda çok şey de katmak istiyorum. şu zamanlık hayatımda "gerçek" dost diye bir kişiye dedim (gerçi o da öyle bir dost ki 13 senedir, 72 arkadaşa bedel).

insanın hayatında sadece bir kişiye dost demesi...
az mı?
yoksa bunu bulamayanlar da mı var?

arkadaşlıksa daha da enteresan. dönem dönem bize iyi gelen farklı farklı insanlar var mesela. bir dönem sürekli vakit geçirdiğiniz kişi, küçücük bir bahaneyle kaçabiliyor hayatınızdan. mola veriyorsunuz ilişkinize. garip olansa, dönemsel bir arkadaş olduğu için pek de özlemiyorsunuz. sonrasında yanınızda kalması tamamen sizin elinizde.
bir de, bir anda hiç sebep yokken yanınızdan gidenler var ki onları hala anlamıyorum. bir dönemi değil, hayatınızın bir kısmını paylaşmışken, bir dönüyorsunuz yoklar.
evet, bazen insanların kaçma, herkesten uzaklaşma zamanları var. ama bu kadarı?
hatta sadece sizden kaçmaları.

bunu hepimiz yapıyoruz zaman zaman. ama iletişim çok basit aslında. ne derdin varsa söyleyeceksin. o kadar.
başka bir tarafından bakarsak da, kendi kaçma zamanlarımızda insanların ne hissettiğini anlamak için gayet güzel bir yöntem.
kesinlikle sinir bozucu...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

star trek pin yabmak böyle bir şey!


çalışma alanım böyle bir şey. kocaman bir iş aldık ilk kez, dört koldan çalışıyoruz. çok keyifli bir şey!! 55 tane olacak, çarşanbaya biticek...
kısmetse.

not: ne olduğunu anlamayanlar için kendileri ünlü star trek dizisinin ikinci jenerasyonunda kullanılan iletişim cıgısı. pin olarak yabtım ben. keçeden.

sevgiler,
ezgi

12 Temmuz 2009 Pazar

*magical mystery tour*


samimiyetinize sığınarak size biraz sevdiceğimden bahsetmek istiyorum. daha doğrusu kendi duygularımdan. buraya onlarca tanımadığım insan geliyor farkındayım ama artık bir yerlere yazmazsam içimdeki sevgi, aşk, tutku her neyse nerelere taşacak emin olamıyorum. o yüzden en sağlıklısı sizi seçtim. biliyorum sizler iyi niyetli insanlarsınız ve bizim için mutlu olacaksınız... yine de kendimi alamadım nazar boncuğu koymaya yazının başına. öylesine önemli çünkü yaşadıklarım. öylesine kaybetmek istemeyeceğim. kaybetmeye de izin vermeyeceğim.
çok garip, her şey olağanüstü geçip gittiği gibi, her şey olağanüstü garip. ben hala tam olarak anlayamazken, size nasıl anlatacağım bunu hiç bilemiyorum.
şöyle başlıyim, bugün şunu farkettim, hayatımda gülmediğim kadar içten gülüyorum şu son 4 aydır. evet ne kadar kısa bir süre değil mi? en son bu kadar içten dağıttığım gülücükler, sanıyorum ki bebeklikte annemle babama yaptığım salak gülücüklerle, biraz büyüyüp birinin beni gıdıklamasına attığım kahkalardaki zaman dilimi içinde geçen gülücüklerdir. şimdi bir bebek kadar içten gülüyorum! gülmek de yetmiyor bazen, delicesine kahkaha atıyorum.
çünkü minicik bir çocuk kadar temiz ve bir o kadar içten bir şey yaşıyorum ben.
yıllardır bir sürü deneyip duran ben, denemekten asla vazgeçmeyen, inancını kaybetmemiş olan ben, artık aradığını bulan ben aynı zamanda. evet dünyanın en yaşlı kadını hiç sayılmam ama yaşımdan biraz daha fazla şey yaşadığımı söyleyebilirim. ve belki de bu sayede ne istediğini bilen biri oldum her zaman. hatta o kadar iyi bildim ki, son zamanlarda o istediğim şeyi bulacağıma olan inancım biraz azalmıştı. ne ayıp etmişim... inançsız, umutsuz biri olarak görmeyin beni. asla değilimdir ama insan arada yaşadıklarıyla şüpheye düşüyor. umudu kırılıyor.
çok bölük pörçük yazdığımın farkındayım her zamanki gibi. ama içimdeki duyguları birleştiremiyorum. hepsi çok yoğun ve bir adama karşı hissedebilenden binlerce farklı kola/dala ayrılmış durumda.
ben hep dedim ki "tamam aradığımı bulamam ama arkadaşlarım ve "o"nla dengelerim bir şeyleri. kültürel şeylerden bahsetmek için şunu ararım, alışverişe çıkmak için bunu, sevmek için de "o"nu." heh! hepsi birden oluyormuş! hepsi birden, bir dişlinin parçaları gibi oturabiliyormuş birbirlerine. buna mı şaşırayım, yoksa böyle bir şeyin yıllardan beri benim burnumun dibinde oluşuna mı şaşırayım bilemiyorum inanın. sanki içime bir tohum attı ve o tohum büyüdükçe büyüyor, bir sürü farklı dallar veriyor, meyveler veriyor.
bir sürü şey öğreniyor, bir sürü duygumu keşfediyorum. inanılmaz keyifli bir yolculuk gibi. magical mystery tour... o kadar eğlenceli ki! bilmiyorum kalbim mi çok temiz, ya da çok mu iyi dilemiştim ama neler saydıysam "o"nla ilgili, fazla fazlası geldi. ben hiç sevmekten gözlerimin dolduğu bir aşk yaşamamıştım. bu denlisinin olduğuna da inanmamıştım. hele ki bu kadar kısa bir sürede.
bir insana hem saygı duyarsınız, hem seversiniz evet ama aynı zamanda hem çok gülüp, sonra bir o kadar isteyip, aynı zamanda öğrenip, ve bir de öğretip, üstüne de güvenemezsiniz ki. aradığınız her şey de bir insanda toplanmaz ki! toplanırmış...

yıllarca dalga geçtiğim şeyleri yapıyorum. ama böyle şeyler hissetmeyen biri için dalga geçmek çok kolaymış, bunu da farkediyorum artık.
en güzeli şu aslında. kendi hissettiklerimi, onun hissettiklerini bir kenara bırakın, 3. kişilerden bile o kadar güzel şeyler duyuyorum ki. ben ilk defa, birilerine tanıştırırken sevgilimi (bak şimdi bile "sevgilim" çünkü o benim) bu kadar gururlandığımı hatırlamıyorum, resmen gurur duyuyorum ya! bırakın "aman sevicekler mi" demeyi, ona bayılmalarını keyifle izliyorum. ben hayatımda kime bu kadar hayran oldum ki, tanıştırırken gurur duyayım?
anlamayanlar bir bir azalıyor belki ama onları isteyen kim? ben benimle, benim kadar mutlu olacak insanları istiyorum çevremde.

bize inancım tam, bundan 76 sene sonra bile aynı şeyleri yazabileceğime eminim. katlarca fazlasını hatta! çünkü bu duygu yerinde durmuyor, gün geçtikçe artıyor!
hiçbir şey için hayatta bu kadar emin olmadığım için biliyorum bunu..
şöyle bir şey var, bu bile bir kanıtı. şu yazdıklarım hissettiklerimin şu kadarı bile değil: .

sanki bu hissettiklerimizi bizim dışımızda 4 kişi falan hissediyor gibi. öylesine güzel. zaten böyle hissedebilse herkes, dünyada savaş diye bir şey kalmazdı inanın.
böyle işte, ben ilk kez aşık olmuş sayıyorum artık kendimi. bir sürü kez aşık olmayı "denemişim" sadece. çünkü diğerleri aşksa, bu yaşadığıma bir isim veremiyorum.

umarım ağrıtmadım kafanızı, sadece tutamadım artık içimde. hem belki bu yazı umut olur birkaç kişiye?

10 Temmuz 2009 Cuma

itiraf ediyorum

bazen şiddete karşı değilim...

bu tür zamanlarda içimden hep aynı şarkının, aynı cümlesini söylüyorum "where'd all the good people go?".

birkaç bir şey...

sizlerle şu birkaç hafta içinde öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum...

  • 55 sayısı 23455 sayısının yanında küçük gelebiliyor ama gerçekte yeterince yüksek bir rakam.
  • yaşlılık kişinin kendisine zor ama eğer hem yaşlı hem karun kadar zenginseniz hayat sadece kendinize değil etrafınızdaki insanlara da zor.
  • bazı arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla, "sorumsuzluk" inanılmaz boyutlara ulaşabiliyor. kelimenin tam anlamını sonuna kadar sömürenlerden öğrendim bunu.
  • hayatta en katlanamadığım şey "aptal yerine konmak".
  • friendfeed'i seviyorum.
  • aşk, yaşanan duyguların doruk noktası gibidir ya hani, dersiniz ki bundan daha fazlasını sevemem, artık bir diğerini de böyle severim. hah! siz öyle sanın. aşk da tekrar tekrar keşfedilenmiş.
  • sizi bilmem ama blogumu o kadar çok seviyorum ki, bazen sarılıp uyuyasım geliyor. tam ihtiyacım olan şeymiş bu.
  • hayatıma günlük yaşantıda kullandığım bir sürü konuşma kalıpları sokmuş bir sevgilim var. ama bir tanesi var ki bayılıyorum; "o kadar çok sevdim ki senin "..." cümlene sarılıp uyumak istiyorum". allah'tan sonradan ikna ettim de artık bana sarılıp uyumak istiyor.
  • bakırköy - taksim dolmuşları inanılmaz gerçekçi yapılmış bir playstation oyunu bence.
  • sarı dolmuşlardan çıkarken, çok dikkat etmek gereken bir şey var. omuzunu kapının üstündeki demir kısma çarpmamak. gerçi tam bu noktaya çarpmak da gerçekten çaba sarfetmeniz gereken bir şey ama olsun. sonra uyarmadın demeyin.
  • vücudumuzda en çok sevmemiz gereken yerlerden biri tendonlarımızmış. haha bunlara "tondon" diyen de var. yeni bir slogan bile çıktı bu konuda. "tendonları sev, tendonu koru"
  • çalışmak insanın kendine vakit ayırmasını en çok engelleyen şey, ama paranın tadı da çok güzel.

şimdilik bu kadar olsun...

9 Temmuz 2009 Perşembe

ne tuhaf?

türkçe ne tuhaf bir dil.
"yüzünden" ve "sayesinde" gibi iki kelime var birbirlerine benzer ama farklı anlamlı.
"düşünmüş" ve "tahmin etmiş" var mesela.

"benim yüzümden işe girdi" diyemiyorum mesela. ya da "benim kabak sevmediğimi tahmin etmiş" dersem kabak sevmiyormuşum gibi olur. halbuki severim. konu bu değil. ama "benim kabak sevmediğimi düşünmüş" desem, bi sorun kalmıyor.

hakkaten tuhaf.
bi de şapkalar var ki, kaldırdılar canım şeyleri. mesela size hala derken şu an babamın kardeşinden mi bahsediyorum yoksa devam eden şeyden mi anlamıyordunuz. halbuki şapkamız olsa böyle olmaz.
şapkalar iyiydi yahu...

8 Temmuz 2009 Çarşamba

mucize :/


bir kalem keşfetmiştim sevdiceğim sayesinde. havayla çıkan bir kumaş kalemi (air erasable marker). mucizeyi düşünebiliyor musunuz? bir oyuncakçının hayaliydi. harika bir şeydi.

bitti :/

7 Temmuz 2009 Salı

cupcakes!


yine şahane bir şey buldum. biri inanmış, mac'in dock'unu cupcake olarak yabmış, sonra da afiyetle yemiş. pc ye de yapmayı düşünüyormuş. sitesinde başka fotoğraflar da mevcut. oha inanılmaz beğendim!!!
öptüm, bay.

5 Temmuz 2009 Pazar

le petit yubbié


artık size dükkanımızdan bahsetme zamanım geldi!
sevdiceğim ve ben (ki sevdiceğim başka bir konudur sizlere anlatacağım) yaptığımız oyuncakları bir marka altında birleştirmeye karar verdik. isimlerine "le petit yubbié toys" dedik.
ismin hikayesi şöyle çıktı aslında, ben bir gün iletişim platformlarından bir tanesinde yubbie diyeceğime yubbié dedim. sonra o kadar çok kullanmaya başladım ki bunu, arkadaşlarım "le petit prince" sevgim de sayesinde bana "le petit yubbié" demeye başladılar. tabii ki bu sevinme nidası sevdiceğime de bulaştı, ve olaylar gelişti. ama çok da iyi oldu.
sevdiceğimle bir gün gaza geldik, bir tükkan açtık etsy de. sonra kendisi hızını alamadı, bir site de aldık. site üzerinde daha çok uğraşacağız ama şimdilik direk etsy'deki tükkanımıza yönlenmiş durumda.
he bu arada unutmadan eklemeliyim ki, bir teşekkür serdar'a borçluyuz. serdar bize mükemmel bir logo yaptı. her gün bakıp bakıp mutlu oluyoruz. bundan daha iyisi gerçekten olmazdı, olsa da bizi anlatmazdı. logoyu yazımın başında görmüşsünüzdür zaten (:
bir teşekkür de sevdiceğime; daha yaptığı/yapacağı şahane oyuncakları koymadı tükkana. ama bütün her şeyiyle ilgileniyor, benim yetişemediğim yerde hemen hallediyor her şeyi. ben hiçbir şey demeden, koşuşuyor, logolar yaptırıyor, siteler açtırıyor.
teşekkürler ki!

ilk satışımızı yaptık 3 temmuz gecesi. dün de güzel bir teklif aldık. umarım her şey böyle gitmeye devam eder. umarım yaptıklarımız, bizim kadar oyuncakları ya da oyuncak yapmayı seven insanların eline gider.
işte böyle, merak ettiyseniz sitemiz budur;
http://lepetityubbie.com/

3 Temmuz 2009 Cuma

bi miktar hayran kaldım!

böyle şey olmaz olsun!
4 tane yetenek kumkuması insan, peluş-keçe karışımı bi malzemeyle bir şehir yaratmışlar. hayran kalmamak mümkün değil. burada haberin devamı var, içinde de başka başka resimler var;
http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/england/kent/8017645.stm

öptüm, bay.

örtmenim, tubalete gidebilir miyim?!

ben örtmen oldum! son zamanlarda eğitim gönüllüleri vakfı'nda gönüllü olarak ders vermeye başladım. çok garip bişiy çocuk dünyası. yeni yeni tanımaya, anlamaya çalışıyorum ama çocuklarla anlaşması hiçbir zaman zor olmamış beni bile zorluyorlar. bir yanıyla da bir sürü şey öğreniyorum tabii ki. hatta çocukların durumundan gelecekle ilgili fikirlerim bile oluyor.
içler acısı!
ilkokul 1, 2 ve 3ler. maalesef birinci sınıfın hepsi bence tekrar birinci sınıfı okumalılar. bir de o kadar üzücü ki, sınıfın yarısı daha okuma yazmayı bilmiyorken ben onlara hak adalet nedir onu anlatmaya çalışıyorum. kültürden bahsediyorum, neydi konumuz dedigimde "elbiseler" diyorlar. ya da "bugün incelediklerimizi cümleler halinde yazalim" dedigimde, "cümleler" yazaan bir kız çıktı ki gönül telim sızladı valla.
ama tabii ki bir yanıyla cok şekerler. inanılmaz sevgi dolular ve sevgilerini göstermekten çekinmeyecek kadar tertemizler... neseler hemen anlıyorsunuz. sizi sevilerse sarılıp öpmek istiyorlar, kızdılarsa dudak büküyorlar. duygular açısından reaksiyon almak çok kolay. sürekli gelip gelip "örtmenim çok güzelsiniz, örtmenim öpebilir miyim" diyip duruyorlar. bazen o kadar heyecanlılar ki, öyle izliyorum onları.
tabii ki vazgeçilmez soruları "örtmenim tuvalete gidebilir miyim?". o anlarda sims'teki adamlar gibi iki büklüm oldukları bile oluyor, hehe.
iki ders veriyorum şimdi, biri zaman makinesi diye bi etkinlik dersi. oyunlarla anlatıyorum dersi. yaz icin. diğeri de düşler atölyesi, plastik sanatlarla ilgili. direk ismine tav olmuştum zaten.
o sınıfı çok seviyorum 3. sınıflar, hem çok hevesliler hem çok zekiler. sürekli "vaay telden ağaç yapmak kimin aklına gelirdi, örtmenim çok harikalar" diyip duruyolar. hehe.
bir şehir oluşturduk onlarla, herkes farklı bir kısmını yaptı şehrin, birleştirip "düşler şehri" yarattık. kartondan evleri, strafordan tren ve tren istasyonu, telden ağaçları ve jelatinden arabaları bile var!
ne olmak istediklerini soruyorum her sınıfa, her büyük insan gibi. çok komik cevaplar alıyorum. mesela bir tanesi küçükken(ondan daha ne kadar küçük olucaksa?!) çöpçü olmak istemiş, çöp arabalarını çok sevdiği için. biri perdeci olmak istemiş ama zavallım perdeciliği hemşirelik sanıyormuş. -heralde iğne yaparken perdeyi kapattıkları için-, genellikle erkek çocuklar tabii ki polis olmak istiyor. asker olmak isteyen bile var. kızlar ya doktor ya öğretmen. amacım daha çok sanatla ilgili mesleklere yöneltmek yeteneği olanları.
umarım biraz etkilenirler de heves ederler. daha çok değişir gerçi istedikleri meslekler ama olsun.
bakalım daha neler olacak? küçük tabularasalar büyüyünce nasıl olucaklar acaba...

darth vader'ın elinden her işin gelmesi!

stitch wars, star wars temalı bir blog. star wars'un özellikle kahramanlarını, farklı malzemelerle yapıyorlar. peluş, keçe, ip gibi malzemeler kullanıp, amigurumi gibi yöntemler kullanıyorlar. çok şeker şeyler çıkıyor.
yandaki de web'de kullandıkları flyerları. darth vader'ın dikiş makinesine bu kadar yakışması beni çok etkilemedi değil. dikiş makinesinden daha çok ses çıkarıyo olması da ihtimallerin arasında (:
işte blog;
http://stitchwars.blogspot.com/

metamorfoz!

tekrar merebe!
ben bir radyo programı seviyorum, sizle de paylaşayım dedim.
"metamorfoz" açık radyo'da (94.9) pazar geceleri 2de. ismini nereden aldığı aşikar.
pazar gününün boğuk havasını yatmadan önce kovalamak için de bire bir.
bağımsız sanatçıları (indie) çaldığını iddia ediyor, program yayıncısı çağrı akyurt ama emin olun ki yalan söylüyor. çünkü her şeyi çalıyor. ama hep güzel çalıyor.
blog yapmış, playlistleri koyuyor. ama biraz tembel, bazen çok çalışmaktan yeni playlistleri koymuyor.
olsun onu da playlistlerini de çok seviyoruz.
işte blog;
http://metamorfozar.blogspot.com/

ne de şeker logosu var di mi?

2 Temmuz 2009 Perşembe

oyuncak!

tekrar merebe!

bundan 5 - 6 yıl önce ben keçeyle tanıştım. bi de üstüne oyuncak yapmanın keyfini de tattım. sonra baktım yaptıkça yapıyorum, sonuç olarak ortaya yukardaki gibi keçe oyuncaklar çıktı. kendimi durduramayıp sürekli oyuncak yapmak istiyorum. çünkü bence dünyanın en keyifli şeylerinden biri, yumuşacık rengarenk oyuncaklar yapmak!

eğer severseniz bu kırmızı akordeonu hem başka işleri görmek için deviantart sayfamı ziyaret edebilirsiniz. hatta satın da alabilirsiniz ama dükkanımızdan sonra bahsedicem (: heyecanlanın biraz. hehe.
işte deviant sayfam;
http://baldaken.deviantart.com/

hörmetler,
ezgi

1 Temmuz 2009 Çarşamba

yip yip!

merebe!

bu blog yazasımın gelmesiyle oluşmuştur. bu yazı da blogda neler olup olmayacağını tartışacaktır. ben tartışmayacağım, yazının kendi halleder.

hem belki uçan bir bizon olup olmayacağını da yazarım (gördüğünüz gibi yazar bu aralar fena halde "avatar"a sarmış, sürekli çizgi filmden alıntılar yapıp okuyucuyu boğuyor. ama yapabilecek bir şey yok, totoro'yla birlikte kanına giren tüylü yaratık sevgisini durduramadı. yazarın en büyük hayalleri arasında totoro'nun kucağında uyumak isteği ve uçan bizon appa'yla gezmek isteği olduğu kulağıma gelen söylentiler arasında).


yazmak çok garip, rahatlatıyo insanı. heb yazmam ama sıkılırım, arada sevdiğim şeyleri de koyarım he? hatta yaptıklarımı da.

belki de hiçbir şey hakkında bir blog olur. ama her şeyi koyarım, o nasıl?

bu arada belki merak edenler olur, blogumun ismi bir woody allen hikayesinden gelmekte. okuyunca karnıma ağrılar girmişti gülmekten, siz de gülün istedim. güldünüz mü? bence gülmediniz. ama okusanız gülersiniz (hikaye "muzır etkiler" adlı nefis kitabın içinde).

sevgiler,
ezgi