26 Aralık 2009 Cumartesi

Ömer Madra'dan açık mektup

(Fotoğraf Marilyn Szabo'ya ait)
Bugün Metamorfoz'u "So This is Christmas" adlı John Lennon şaheseriyle bitirdik.
Program bittikten sonra sevgilim Ömer Madra'nın Birgün Gazetesi'nden bir yazısını gösterdi bana.
Öyle etkilendim ki paylaşmadan edemedim, yazının 2004 yılında yazıldığına dikkat çekerim.
Yorumlarım ise yazıdan sonraya kalsın, gerçi söylenecek de pek bir şey bırakmıyor ama...

***

Demek Noel gelmiş
Sen ne yaptın peki
Bak bir yıl daha geçmiş
Bir yenisi ona eklenivermiş
Demek Noel gelmiş
Umarım eğlenirsin
Yanında yakınların ve sevdiklerinle
Evdeki yaşlılar ve çocuklarla
Hep birlikte

Neşeli, coşkulu Noeller
Ve de mutlu Yeni Yıllar
Umalım her şey iyi olsun
Hiçbir korkuya yer kalmasın

John Lennon
Happy Xmas The War is Over (Mutlu Noeller Savaş Bitti)


Sayın Başkanlar, Başbakanlar, Bakanlar, Parlamenterler, Şirket Başkanları, Yönetim Kurulu Başkanları, Murahhas Âzalar ve diğer Başkanlar...

Bu Noel gecesinde ailecek sofraya otururken, evdeki yaşlılar ve çocuklar, o her zamanki babacan ve güvenilir gülümsemenizde bir farklılık seziyor olabilirler. Her zamanki gülümsemeniz değil dudağınızın kenarındaki. O her zaman var olan sorunların hep farkında olduğunuzu, ama her zaman hepsinin üstesinden geldiğinizi gösteren o bildik gülümseme değil sanki.

Havada bir tuhaflık var. İnsanlık tarihinde ender raslanan bir "durum"un içindeyiz sanki ve sanki siz bunun farkındasınız. O tuhaf gülümsemeniz bu yüzden olabilir mi?

Siz sorunları çözmek için vardınız hep. Yönetmek için vardınız. Varlık sebebiniz buydu. Oysa, bu Noel’e farklı bir durumda giriyorsunuz ve böyle durumlar "yönetilemiyor". Ve siz yönetenler, bunu herkesten iyi biliyorsunuz.

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” durumları bunlar yani. Ve havada bu korkunun kokusu var. Bir zamanlar ABD Başkanı Roosevelt, o korkunç ekonomik bunalım sırasında “Korkudan başka korkacak şeyimiz yok” demişti ya, işte o cinsten: Bilumum siyasilerin ve yöneticilerin sorun çözmekten vazgeçmek zorunda kaldığı, dehşetten felce uğramış, çarpılmış bir gülümsemeyle bakakaldığı o korkunun kokusu.

Şimdi siz, çoluk çocuk ailece o mis gibi kızarmış baba hindiye geçmeden önce, “konvansiyonel olmayan” silahlarla derileri eritilmiş Felluceli insanlar aklınıza gelmiyor olabilir...

Süslü püslü, ışıltılı pırıltılı çam ağacının dallarına asılı rengârenk çorapların içindeki Noel armağanlarını sevgili çocuklara dağıtma törenine başlamadan önce, uzak bir hastanede çorapsız ayaklı cılız bacaklarından biri kökünden kopmuş halde, elinde plastik oyuncak kamyonuyla yatan 2 yaşındaki Iraklı çocuğu düşünmüyor olabilirsiniz...

Yemekten sonra, sıra “hazım için” likörlü-konyaklı çikolatalara geldiğinde, çok uzak bir Afrika ülkesinde, sebebi bilinmeyen o tuhaf “baş sallama” hastalığına tutuldukları için, öğütülmüş köklerden oluşan günlük yemeklerini yiyemeyen, ama kendilerine farklı herhangi bir yiyecek –mesela çikolata– verildiğinde baş sallamaları aniden sona eren küçük kara çocukların gölgesini hemen kafanızdan siliyor olabilirsiniz.

İlâhiler söylenmiş, yemekler yenmiş, hediyeler, behiyeler sahibini bulmuş, gülünmüş söylenmiş ve artık uyku bedene çökmüşken, yatağa taşıdığınız mutlu -ve haklı olarak azıcık şımarmış- küçüklere son bir kez sarılırken uzak bir sokakta, kafası kopmuş bir büyüğüne sarılmış yatan Iraklı çocuk cesedini ya da Nablus’ta kollarını birbirlerinin omuzuna atmış güle oynaya çarşıya giden iki Filistinli çocuğun bir İsrail askerince aynı anda tek bir kurşunla öldürülmesini zihninize geldiği anda kovuyor olabilirsiniz...

Noel gecesi çocuklarınızı yatırıp onları sarı derili göçmen dadılarına emanet ettikten sonra şık şıkırdım gittiğiniz dev kulüpte eşiniz dostunuzla dansederken, ABD’nin en saygın üniversitelerden birinin hazırlayıp Britanya’nın en saygın tıp dergilerinden birinde yayımlanan raporunda Irak’ta istila ve işgal sonunda – en çok ölü veren Felluce hariç! – 100 bin sivilin katledildiğini hatırladığınız anda unutuyor ve bu rakamları yalanlayan resmi yalanları hatırlamayı tercih ediyor, çünkü siz de Pentagon gibi “ceset saymıyor” olabilirsiniz...

Pistte rakseden neşeli Noel Babalar’ı görünce, Noel Baba’nın kızağını çeken kırmızı burunlu ren geyiklerinin küresel ısınma yüzünden yakında tükeneceğini belirten bilimsel raporu unutup bunu yalanlayan resmi politik yalanları aklınıza getirmeyi yeğliyor, çünkü siz de ABD devlet ve şirket yöneticileri gibi kötü şeyleri düşünmek istemiyor, yadsıyor olabilirsiniz...

Peki hepsini anladık da, Noel gecesi bu çarpık tebessüm neden o zaman? Hadi ama, silelim onu yüzümüzden hemen ve ilâhi Lennon’a eşlik edip – Harlem çocuk korosu ile – hep birlikte söyleyelim:

Neşeli, coşkulu Noeller
Ve de mutlu Yeni Yıllar
Umalım her şey iyi olsun
Hiçbir korkuya yer kalmasın...

***

Tam 6 yıl geçmiş üstünden, ne değişmiş? Hiç...

21 Aralık 2009 Pazartesi

bir dilek...

hayatım boyunca sadece dikmek istiyorum.
ama her türlüsünü! o kadar güzel işler görüyorum ki her gün, çok gaza geliyorum.

bu ülkede nası olucak, ne yapıcam bilmiyorum ama hayatım boyunca sadece bu işten para kazanmak istiyorum.
bu 2010'a dair en büyük dileğim.

buruk

çok küçücük bir şey gibi görülse de beni buruk yapmaya yetti. sanki çocuğumu elimden almışlar gibi hissediyorum kendimi.
kendi evimde kendimi bir yabancı gibi hissetmek, ne kadar güven kırıcı bir şeymiş.
bi de tabii uzun zamandır kurduğum bi hayalin, çok çok saçma bi nedenle bozulması da yeterince can sıkıcı.
sadece biraz kendi başıma kalmaya ihtiyacım vardı. o yalnız kalma zamanınında nerdeyse her zamanını kurgulamıştım. her zaman yaptığım gibi.

onlar yerine ne mi oluyo şimdi? elimde 3 çanta gidiyorum evden. hepsi de ağır ağır.
en çoksa kedim için üzülüyorum ben. çok özler o beni.

19 Aralık 2009 Cumartesi

utanç

en sevdiğim blogun bir düğün blogu olmasından çok utanıyorum. yıllardır düğünlerden nefret eden ben, bu bloga gönül verdim. nerdeyse her gün hevesle bir şey post etmesini bekliyorum. 
kendi hayallerimi beslemesinden öte, yaptığım işi de kullanarak bu kadar sıkıcı bir şeyi, bu kadar yaratıcı ve sevimli bir hale getirmeleri inanılmaz hoşuma gidiyor.

seviyorum seni green shoes!

6 Aralık 2009 Pazar

bu da böyle bir anımdır.

hayatım boyunca cep telefonumu evde toplam 3 bilemediniz 4 kez unutmuşumdur. bu günlük hayatınızda ne işinize yarar bilmiyorum ama paylaşayım dedim.

5 Aralık 2009 Cumartesi

murphy lütfen kendine gel canım.


  • evde ne zaman canım tatlı çekse asla ama asla tatlı olmuyor.
  • ekşisözlük penceresini "aman bi şeye bakmam kapatayım" diye ne zaman kapatsam, mutlaka bir şeye bakmam gerekiyor.
  • motorları asla 5 m farkla kaçırmıyorum, adımımı iskeleye atıyorum ve motor tam o sırada hareket ediyor. beni almadan tabii ki, evlat acısı gibi içime oturuyor.
  • babamın evine gitmeden önce müsait olup olmadığını sorduğum zaman "tabii ki müsaitim neden arıyorsun ki" diyor, aramadan gitsem evde arkadaşlarıyla alem yapıyor oluyor.
  • ne zaman birine "gecikirsen senin kafanı kırarım" desem, geç kalan ben oluyorum.
  • "oh uyku düzenimi ne tatlı yaptım" desem, cumartesi oluyor ve saat 2'de program yapıyoruz.
  • iplerin ayarını asla dikmem gereken yere kadar ayarlayamıyorum. minicicicik bir yer kala o ipler bitiyor. sinir oluyorum.
murphy söz sende...

16 Kasım 2009 Pazartesi

ana okulundan alınmayı unutan büyük çocuk ezgi

halbuki ajanstan çıktığımdan beri aklımda tek bir şey vardı "uyumak"...
sabah 7 gibi uyuyabildim, sevdicek işe giderken uyandım bi. saat 8 buçuktu. sonra kaçtı uykum, oturdum bilgisayar başına. adrenalin uykunun en büyük düşmanı.
1 gibi öğlen yemeği yedik, 4 gibi de çıktım ajanstan.
uykuya...

dolmuşa binecekken bi anda kendimi metroda buldum. halbuki beşiktaş'a gidip ordan motora binip evime gidecektim. şanslıysam direk kuzguncuk vapuruna bile denk gelebilirdim. ama metroya binmiş bulundum. kabataş'tan giderim diye bindim. sonuçta zaman kaybetmemeli ve hemen uykuma ulaşmalıydım.
sonra bi anda kendimi taksim merdivenlerini çıkarken buldum. "ne oluyo yeee" dememe kalmadan, kimseye çaktırmamaya çalışarak fünikülere doğru ilerledim.
gördüyseler de gördüler!

nihayet vardım kuzguncuk'a. hemen eve koştum.
zili çaldım, kimse yok.
çantama atladım, anahtar yok.
telefona baktım, şarj yok.

fak.

şu an pita'da oturuyorum, ankesörlü telefondan nerede olduğunu öğrendiğim ev ahalisini bekliyorum. ve kendimi ana okuldan alınmayı unutulan büyük çocuk gibi hissediyorum.

halbuki uyuycaktım ben, annemi de çok özlemiştim...

13 Kasım 2009 Cuma

pipom nerde benim?? pipomu getirin lütfen!


bu aralar artık neredeyse herkes öğrendi sergim olucağını. görgüsüzlükten değil, heyecandan tek konuşabileceğim konu bu oldu artık.
demin bir arkadaşımla konuşuyorduk da, aklıma çok çok sevdiğim bir söz geldi. bir konuda en çok sevdiği sorulduğunda tek bir cevap veremeyen yani bir sürü seçenek arasından sadece birini seçemeyen kişi, o konuyu gerçekten çok seviyor olurmuş.
çok hoşuma gidiyor bu durum.
müzik, film, kitap ve hatta oyuncak türü hakkında "en çok sevdiğim ..." sorusunun cevabını asla veremiyorum. bir nevi küçükken "anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı" sorusu...

neyse demem o ki; benim için çok heyecanlı, bir o kadar eğlenceli ve belki de inanılmaz yoğun bir dönem başladı. arada evde yamuk fransız tipi şapkam ve düzgün türkçemle "olmuyor, ilham gelmiyor, yapamayacağım..." diyerek dolanacağım.
nisan'daki ilk sergimle, bana sorulan bir "en çok..." sorusunun cevabını vereceğim aslında. ama bir tane olmuyor işte, 20siyle (:

11 Kasım 2009 Çarşamba

miyu


sevgili uyku,

bir diğer blogumda sadece şikayet ettiğimiz için, insanlar beni dırdırcı sanıyor. özümün bunla hiç alakası yok! hiç şikayet etmeyen kuzu gibi bir insanım (yuh, tanıyan poposuyla gülecek) ! her neyse, düşündüm taşındım, bu sefer şikayet etmeyeyim dedim. öyle mektup yazayım ki sevgi dolu olsun dedim, açıkçası böyle bir şey bulmak zor oldu ama son anda aklıma sen geldin canım uyku.
seni severim, bilenler bilir. seni yeterince almayınca huysuz biri olur çıkarım. sayende bana "kedi" ve "bebek" dendi. seninle paralel her yerde bağlanabiliyoruz. bu uyumumuzu seviyorum.
arada senin de hataların yok değil, bazen olmadık yerlerde geliyorsun, bazense hiç gelmiyorsun. senin yüzünden bıraktığım derslerin haddi hesabı yok. geç kaldığım yerlerden bahsetmiyorum bile.
bazen sana düzensiz diyorlar, halbuki sen de ben de biliyoruz ki hep bir düzenimiz var. bizim bilmemiz önemli zaten sevgili uykucum.
söylemeden geçemeyeceğim, son zamanlardaki performansından çok memnunum. sayende sabahları yaşayabiliyorum, bu bana neşe katıyor. meğer ben seviyormuşum sabah uyanmayı. gerçi gece uyuduğum için çalışamaz oldum ama olsun uyku hallederiz biz.


uzun lafın kısası, bana verdiğin rüyalar için özellikle çok çok teşekkür eder -zira beni çok besliyorlar-, somut bir yerin varsa oralardan öperim.


sevgiler,

miyu

fotoğraf için; http://noyereve.deviantart.com/art/3-104949347

21 Ekim 2009 Çarşamba

uyku düzeni


bana uyku düzenin yok diyorlar, alınıyorum. demin kendim bile söyledim. benim bir düzenim yok belki ama onun da kendi için de bi düzeni var, beni bıraksanız 5 - 6 gibi yatar, 2 - 3 gibi uyanırım.
evet seviyorum uykuyu. suç mu? ama geceleri daha iyi çalışıyorum.
uykum asi benim, sırf annelerin düzenine uymuyor diye neden düzensiz diyorsunuz yavrucuğa? faşizan mısınız? düzen de düzen. aaa!

not: bu dizeler gözlerimden uyku akarken, okula gitme zorunluluğundan dolayı yazılmıştır, ben onlara sinirliyim aslında, üstünüze alınmayın. annecim seni çok seviyorum. valla.

18 Ekim 2009 Pazar

oyuncak atölyesi


bugünlerde gitmek fikri çok girdi aklıma. "ne varsa yurtdışında var", "her şeyin en güzeli avrupa" triplerinde biri hiç olmadım. ülkemi, yaşadığım yeri çok severim, istanbul'a aşığımdır ama ben bu kadar severken ülkemi, ülkede yaşayanlar yaşanmaz hale getirince, giriyor işte insanın aklına bir kurt.
ne yapmak istediğini yeni yeni keşfeden biri olarak, bazı durumların aslında yeni farkında olabiliyorum. ben küçükken hep sanatın hayatımın hep içinde olmasını ama bana sürekli maaş sağlayabilecek ortalama zevk alabileceğim bir işim olmasını isterdim. akşamları sanatımı yapardım ne de olsa, "hobi" olarak.
şimdi düşünüyorum da, ne demek yahu? ben sırf sanatçıyı asla desteklemeyen bir ülkede yaşadığım için kendi hayalimden mi vazgeçeyim? en önemlisi, gerçekten mutlu olacağım işimi ne için feda edeyim?
ben lisede plastik sanatlar okudum, şu anda güzel sanatlar fakültesindeyim, önümüzdeki yıla mezun olucam. ama hala aklımda bir işe girip, düzenli para kazanıp akşam da "hobi"mi yapmak var. şimdi aynı senaryoyu herhangi bir avrupa ülkesine koyduğumda, çok başka gelişiyor olay. zaten öğrencilik sırasında bol bol iş yapıyorsun, karma sergilere katılıyorsun (bu burda da olur ama peşinde koşmak lazım her şeyin), kişisel sergi, kendi girişimciliğin ve en önemlisi doğru bir çevreyle, al sana şahane sanatçısın. tabii ki bu kadar kolay değil belki ama en basitine indirgersen bu durum böyle.

şu an aklımda şahane bir sergi projesi var, gerçekleşirse güzel ses duyuracak bir şey olucak. kime anlatsam projemi şu tepkiyle karşılaşıyorum "ezgi bunu avrupa'da yapsan harika olur ama burada ne kadar tepki alır bilemiyorum". herkesi yok etmek değil amacım, buna inancım da son zamanlara kadar yoktu. ama düşünüyorum taşınıyorum, artık doğru geliyor. ben neden kendi ülkemde, kendi fikrimle, kendi yaratıcılığımla yaşayamıyorum ki?


bir kere dünyanın en üşengeç ülkesinde yaşıyoruz. insanlar kendilerine bir hoşluk yapmaktan o kadar uzak ki. onları da suçlayamıyorum, öyle görmemişler, "hoşluk" istediklerinde hep "saçma" ve "çocuksu" bulunmuşlar. o yüzden türkler çocuksu yönlerini ilk dolaba kaldıranlar belki de. e saf yanını görmeyen, hatta unutan, yok sayan insan ne kadar anlar ki sanatın değerini? bir de kadın olma meselesi var tabii, buraya hiç girmiyorum bile.
yıllarca annem de babam da istedi aslında gitmemi. anlamadım ve hatta bazen kızdım. neden burada kendi ülkende yapmak varken gideyim ki? tek başına olsam asla kalkışamam bu düşüncelere, iki kişi olmak her zaman güven verici. tabii ki herhangi bir kişiyle değil, gerçekten güvendiğin, böyle büyük işlere kalkışırken ilişkinin kolay kolay kopmayacağı birini bulman lazım. abla-kardeş gibi, anne-kız kadar güçlü. aşk da öyle allahtan. en azından gerçek aşk...

konumuza geri dönmek gerekirse, bu durum beni çok rahatsız ediyor. kendimi ileride düşünüyorum, her sabah uyanıp bir sürü saat trafikle yaşayıp işe gidip düzenli bir maaşla yaşayıp akşamları hobilerine mi dönmek, yoksa sabah uyanıp evinin içindeki kahve kokulu atölyende "sana ait olan" fikirlerinin hayatını döndürmeye yetmesi mi?
ben ikincisini seçiyorum, olması için de ne gelirse elimde yapacağım valla. kimse alınmasın gücenmesin.

özel teşekkür; sohbetimiz sırasınca yazıyı kafamda toparlamamı sağlamış Eda'ya ve beni bu hayalleri kurdurabilecek kadar (inanın çok zordu) cesaretlendirebilen sevgilime bir sürü öpücük!

22 Eylül 2009 Salı

bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir!







şu günlerde yine şahane bir sansürle karşı karşıyayız. last.fm ve myspace'te "zararlı" sitelerimizin arasına girdi. artık sayelerinde özgürce müzik de dinleyemeyeceğiz. bu sitelerin kapatılmasının arkasında bu kez MÜYAP (müzik yapımcıları meslek birliği) var. neden (herhangi bir açıklama yapılmasa da) büyük ihtimalle telif hakları. ama internetin nasıl bir şey olduğunu anlayamamış bu güzel paragöz kurumumuz, sitelerin felsefesiyle ilgili hiçbir şey anlamamış. zira anlasa, eminim ki myspace'te sanatçıların kendi rızasıyla kendi müziklerini koyduklarını (neyin telifi) ve last.fm'in de sanatçı izni olmadan bir parçanın 20 saniyeden fazla dinlenemeyeceğini anlayacaklarına eminim.
her neyse, bu konuyla ilgili fikirlerimle sizi daha fazla sıkmak istemem, bu yüzden direk çözüm yöntemlerinden birine geçiyorum. sansüresansür şahane bir fikir buldu. yarın, yukarıda gördüğünüz bu görsellerin bir çıktısını alıp, MÜYAP'a boş bir cd kapağında yolluyoruz. umarım bu hoş süprizimizi ciddiye alır ve bize özgürce müzik dinleme keyfimizi geri verirler.
işte adres; Kuloğlu Mah. Turnacıbaşı Sok. No:16 Kat:5 80070 Beyoğlu İstanbul

20 Eylül 2009 Pazar

bienal sanatçısı olma kılavuzu


sevgili sanatsever dostlarım,
11. bienal'in vuku bulduğu şu günlerde bazılarınızın içinden "ahh keşke ben de bir bienal sanatçısı olsam" dediğinizi duyar gibi oldum. aslında çok kolay!! o kadar kolay ki, yazacağım birkaç maddeyi uygulayarak ve biraz inançla başarabileceğinize gönülden inanıyorum. başlıyoruz...


1. tercihen bir güzel sanatlar bölümünden mezun olun ya da öğrencisi olun. ha değilseniz üzülmeyin, mezun olduğunuz okul sadece etiket için geçerli, yoksa bir bok öğrettikleri yok.
2. yapacağınız işin güçlü bir hikayesi olsun, ortaya bok gibi bir iş çıkardığınızda "ama olsun hikayesi çok güzel" "vaay ilk baktığımda bir şey anlamamıştım ama hikayeyi okuyunca çok beğendim" diyebilsinler.
3. ne yapıyorsanız yapın müzik çok önemli. arkaya kompozisyona uysun uymasın "garip" müzikler koyun. insanın içini sıkıştıran, gizemli müzikler tercihimiz. doğru tercih yaparsanız akılda kalırsınız.
4. tercihen malzeme seçimizin atık malzemeler olsun, hemen çevrecilerin gözüne girersiniz. hem bu tür işlerin altın doldurmak daha kolay, "atık malzemeler kullanarak zamanda bir yolculuk yapabileceğini anlatmayı hedefledim" gibi.
5. bienal sanatçısı olarak bir sanateseri oluşturmanıza gerek yok. önemli olan sizin bir sanatçı olmanız, bu çizgide ilerlemeniz. mesela bütün bir sayfaya "öf" yazın, biraz süsleyin, çerçeveleyip asın. insanlar önünden geçerken "sanatçı burada ne anlatmak istemiş acaba" diyeceklerine garanti verebilirim. hatta bienal mekanlarından birindeki garip bir nesnenin yanında dursanız, onu da sanat eseri gibi saatlerce inceleyeceklerdir.
6.
"iyi güzel hoş da benim çizim yeteneğim, gözüm yok" diyorsanız, sizin için alternatifim performans. bienal'n vazgeçilmez parçalarından olan performans için tiyatro yeteneği olmayan birkaç kişi, makyaj malzemeleri ve yine müziğe ihtiyacınız var. önce yüzünüzü beyaza boyayın, sona farklı yerlerde öylece durun. arkaya verin müziği, alın size performansın alası! unutmayın "mevsim geçişlerinin kısalmasını" anlatıyorsunuz. "zaman ilerledikçe, siz orada kalıyorsunuz"...
7. kimsenin anlamadığı işler yaptım diye üzülmeyin, unutmayın siz bir bienal sanatçısınız, işinizi anlatmak gibi bir derdiniz yok, anlayan anlar gerisi ninja kaplumbağalar...
8. politik görüşünüz çok önemli. feminist bardak altlıkları yapın yine kralsınız. malzeme, anlatım hiç önemli değil, yeter ki bir duruşunuz olsun.
9.
fotoğrafla katılacaksanız photoshop'u unutun. artık bienal'de bile photoshop tutmuyor. kolajı tercih edin, olmadı 2. maddede bahsettiğim metnin içinde "fotoğraf zamanın içindeki bir anın alıntısıdır, büyülüdür, yaşanmışlığın kanıtıdır." cümlesini mutlaka ekleyin. azıcık değiştirin de kopya çektiğinizi anlamasınlar.
20. farklı olun. liste hazırlarken 10. maddeye geçeceğinize 20 yazın. siz bienal sanatçısınız, büyük düşünün!!
11. asla ama asla klasik sanatlara bulaşmayın, yağlı boya bir tablodur, mermerden bir heykeldir falan eskidi artık bunlar. ne varsa kavramsal sanatta, çağdaş sanatta var. geniş bir kere. çok beğeniyorum klasikleri illa da bunu isterim derseniz, modifiye edin. içine sıçın, kolaj molaj, sürreal takılın. "yeni bir yaklaşım getirdim" dersiniz.


şimdilik bu kadar canlarım. umarım bienal sanatçısı olma yolunda size biraz katkım olmuştur...
öptüm bay.

9 Eylül 2009 Çarşamba

super mario ile karakter tahlili


bu aralar yeniden sardığım, herkesin bir dönem hayatının bir kısmını kaplamış bu güzide şahane oyunla size karakter tahlili yapacağım. "nasıl olcak o demeyin", okuyun.
efenim öncelikle, bu oyundaki bir bölümü bile birbirlerinden farklı şekilde oynamak mümkün. istersen yukardan gidersin, ister aşağıdaki bütün çükübikleri öldürürsün, onları da beğenmediysen boruya girersin altınları kaparsın felan. hal böyle olunca, karakter tahlili yapmak boynumun borcu oldu.


mesela;
- direğe atladığında aldığın puan, geleceğini şekillendiriyor. ben mesela 2000'le 5000 arasında gidip geliyorum ama daha çok 2000. seviyorum 2000i. bu insanlar ortalamanın üstünde ama yine de en başarılı olmayı düşünmeyen insanlar oluyor. onun hayatta yapmak istediği en büyük başarı direkten en yüksek puanı kazanmak değil, prensesi kurtarmak.

- bir insan var ki sürekli altınları kapıyor, büyüme mantarını bile sadece puanı için alıyor. bu insanın ki, prenses falan umrunda değil, işi gücü para. paragöz adamın teki işte. bunlar allah bilir alttaki tünellere falan girip bütün altınları kapar.
- kimisi, duvarları felan kırıp hep yukarlardan gitmeye çalışıyor, kolaycılar hep. hep üşengeçler bunlar.

- bazıları var, hedefe gitmek için (prenses) yoldaki hiçbir şeyi gözü görmüyor, mantarını çiçeğini alıp yola devam ediyor. işte o karı kız peşinde!

- macerayı seven insan var mesela, bu amca duvarları kırıyor, boşluğa kafa atıyor, bilinmeyen mantarlar, gökyüzüne çıkan dallar keşfediyor. bu insan sıradışı işleri seviyor! geleceğin nerd'ü olması mümkün.

- hiç böcük öldürmeden gitmeye çalışan hayvansever arkadaşlarımız var, yalnız başına öldüklerinde kedilerin burnunu yiyeceği hep onlar, hiç kusura bakmasınlar.
- 2. oyundan sonra borulardan çıkan poponuzu ısırmaya çalışan çiçekimsi şeyler var ya. son direğe giden borudaki öldüren var mesela. hırslı o kişi. koskoca bölüm bitirmiş hala 200 puan peşinde. hırslı bir de üstüne üstlük cani. bu insan hızını alamaz, asla kafasına vurarak öldüremeyeceği ejdarhamsı ağzından ateşler çıkaran yaratığı da kafasına atlayarak ölürmeye çalışır. allah bilir küçükken kedileri kuyruğundan tutup fırlatıyordur bu. şu anda en sevdiği filmler japon vahşet filmleri. benden kaçmaz.

- bir insan var ki, mantarın duvarına vuruyor, sonra bir de hızını alamayıp yandaki duvara vuruyor, böylece mantar diğer tarafa kaçıyor. işte o insandan bir bok olmaz. verilen bütün şansları diğer eliyle iter o.

- sulu bölümü sevmeyen şile falan gitmesin. aynı şile-kilyos denizi gibi orası. sürekli bir kalabalık, sürekli bir birbirine çarpmak.

- yollarda sürekli hoplaya zıplaya gitmekten düşen mutlu insanlar var mesela o benim. düşmekte bir numarayım, kapışırız.

hadi şimdilik bu kadar, öptüm mario bıyıklarımla.

8 Eylül 2009 Salı

chocolate side

düşündüm taşındım.
hani şu sürekli poz veren kızlarımız var ya, onları inceledim bu gece, beni neyin rahatsız ettiği araştırdım.
ve buldum.
bir tane fotoğraflarında "gerçek" gülümsemeleri yok bu ablaların. sürekli bi "chocolate side"ı gösterme, bir haşin bakışlar atma derken, bir bakmışsın ki samimiyet gitmiş, bildiğin poz kesiyor işte.
zaten fotoğrafa poz vermek de acayip bir olay, mesela o an asla hissetmediğin bir duygu olan mutluluğu vermek zorundayız hep. gülmüçöm kardeşim! ama yok, fotoğraflarda hep gülünmeli. ya gülücen ya da üstten üstten "seksi" bakıcan.
sevmiyorum ya burnuna sokulan fotoğraf işini. spontanımı çek benim.
yok benim çaklıt saydım felam.

çaklıt dedim de bir mutfağa bakayim.

7 Eylül 2009 Pazartesi

zor meslek görüntü yönetmenliği

şu aralar ne olduğunu sonra söyleyeceğim bir klipte çalışıyorum. önce kostümlerini yaptım, şimdi de görüntü yönetmenliğimsi bir şey yapıyorum. klip stop motion.

dünyanın en güzel mesleğiymiş lan stop motion klipte görüntü yönetmeni olarak çalışmak!
dekorcular sürekli uğraşıyorlar farklı farklı setleri hazırlamak için, yönetmen kendini paralıyor doğru hareket ettiricem diye, hep beraber ışıkları felan ayarlıyorlar. bense şu an bunları size yazıyorum. seti hazırladıklarda gidicem, koltuğuma kurulucam, stop motion programımı açıcam ve "ışık olmamış" dicem.
işim bu.

tabii devamlılığı takip etme işi bende olduğu için bir sürü hata var. ben ki daha en son okuduğu cümleyi yaz deseniz düzgün yazamayacak insan (hatırlamayacağımdan) nereye çivi girmiş, o tornavida görüntüye mi girmiş, noolmuş onu izliyorum. zor.

fotoğrafları çekmek yoruyor bazen ama, enter tuşuna basıyorum sürekli. narin bileklerim yoruluyor.

ehhe, şaka bir yana, gördüğüm en yorucu iş. inanılmaz emek istiyor.
bence insan stop motion çekmesi için peygamber sabrına sahip olması gerekiyor. diyorum ama ben çekmiştim önceden bir tane. ay sizle paylaşiim hemen bunu bir diğer postumda.
sonuçta aldığım karar şu, bence stop motion en fazla 1, bilemedin 2 dakika olmalı. fazlası bünyeye zarar.

öyleyken böyle.

3 Eylül 2009 Perşembe

büyük uyarı

sevgili sivilcelerim,
bu size son ihtarım olucak. lütfen yüzümü terk edin.
ergenliği geçeli çok oldu. artık benden kopup taze kanlar, taze suratlar keşfetmenin vakti geldi de geçiyor bile.
gitmezseniz sert yapıcam.

defolun gidin ulan! (göz korkutma)

öptüm bay.

1 Eylül 2009 Salı

kurul kararı

hemen bir kurul oluşturulsun istiyorum.
bu kurulda, her dilin bir temsilcisi yer alıcak ve diğer bütün dilleri kendi dili gibi konuşabilecek.
bu kurulun amacı; "kaka" gibi insan isimlerin olmaması için seferber olunması, "kant" gibi içecek isimlerini engellemek olucak.
farklı kültürleri koruyarak, ortak bir dil oluşturulacak.
çok mu zor canım?
hadi!

25 Ağustos 2009 Salı

bir soru

size bir sorum var.
toplu taşım araçlarına yalnız bindiğim yıllar boyunca beynimi tırmalayan bir konu oldu bu. umarım bana yardımcı olabilirsiniz.
minibüslerde şöförlerin yanında paraları falan koydukları bir kısım var bildiğiniz üzere. bazı insanlar gelir, çot diye oturur oraya yer yoksa...
hepsi mi şöförü tanır kardeşim? kim otursa "o hoovv nabiyon eyi misin?" diye bir başlıyor, sanarsınız bin yıllık arkadaşlar. ya da öyleler mi? oraya sadece şöför arkadaşları mı oturabiliyor?
he bir de eğer arkadaşlarıyla, gördüğüm kadarıyla şöförler hiç sevmiyor arkadaşlarını. soğuk soğuk konuşuyorlar hep. gözleri hep, engellenemez dürtüleri olan daha çok yolcu almakta.
ulan hepsi mi tanır? aklım almıyor.
şahsen ben hiç oturmadım, yıllarca korktum hep. sonuçta tanımıyorum ben şöförü...

büyüyoruz...


bugün heveslendim bakiim dedim minik online oyuncakçımız ne kadar duyulmuş. google'ladım hemen "le petit yubbié"yi. gördüklerim karşısında şaşkınlıklar içinde kaldım.
sevgili friendfeed dostları sağolsun (özellikle eda, elinden geleni ardına koymadığı için ^^), bir sürü şey yazdılar zaten ama ekşisözlük ve itü sözlüğe de girmişiz çok mutlu oldum. hele itü sözlük'te bir şey yazmışlar ki gözlerim doldu.
bir başka mutlu eden şey de, birisi blogunda yazmış "le petit yubbié"yi.
arkadaşlarım yazdığında, beğendiklerinde tabii ki çok seviniyorum ama tanımadığım insanlardan görünce geri dönüşümleri, inanılmaz gururlanıyorum.
buradan herkese teşekkür ederim.
oyuncaklarım ne kadar emek ve mutlulukla yapıldıklarını anlatabilmişiz demek ki. bunun için bir de çağrı'ma teşekkürler, kendisini metin yazarı olarak tuttum, akşamları işten gelince çalıştırıyorum. öpücükle de kandırdım, hayat bana güzel... he bir de oyuncaklarını 4 gözle değil 16 gözle bekliyoruz artık.
böyle beğenmekler ne güzel, insan güzel bir şey yaptığını anlıyor, yaptıkça yapası geliyor. (:

24 Ağustos 2009 Pazartesi

evlatlık giden oyuncaklar

her oyuncak siparişini yaparken ister istemez aramızda bir bağlılık oluyor. her diktiğim parçanın, her kopardığım ipin bir hatrı oluyor içimde. hal böyleyken, oyuncak bitip sıra alıcıya göndermeye gelince içim bir cız ediyor. sanki bebeğimi yolluyormuşum gibi.
onları iyi insanlara verdiğimi biliyorum, bilmezsem, en ufak bir güvenmesem bissürü emekle yaptığım bu oyuncakları vermem zaten. bu iyi insanlar eminim çok iyi bakıyordur oyuncaklarıma. görünce ne kadar sevinmişlerdir kim bilir...
anlayacağınız "sevgiyle yapıyoruz" yalan ya da reklam için kullanılan bir cümle asla değil. gerçekten severek yapıyorum onları.
bu sefer benim için yollaması daha da zor bir şey yaptım. küçük prens. bu küçük kahramanımın fotoğrafları gelince koyucam bloga ama inanın şimdiden özledim onu.
yirim.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

umut


son 4 yıldır destek kampanyası zamanlarında açık radyo'da çalışıyorum. yaptığım şey sadece call center'da destek vermek isteyen insanların kayıtlarını almak ama bana kendimi çok iyi hissettiriyor. 4 yıl önce bununla başladı ama artık sadece bunla bitmiyor tabii açık radyo maceram. arada pazar günleri saat 2'deki "metamorfoz" adlı şahane programa da katılıyorum. katılmasam bile pazarları radyoda bulunuyorum.
açık radyo, günler ilerledikçe dünya kötü gitse de, bana "kaliteli" insanların varlığının kanıtı gibi geliyor. çalışanları olsun, bağlantı içinde oldukları olsun belki 100 bilemediniz 200 kişi vardır. ama orada tanıştığım insanların çoğu, 10 kaplan gücünde. birisi ormanda 10 kaplan ediyor, öyle düşünün.
bu çok güzel bir his. güven gibi, huzur gibi. ama en çok umut gibi...

17 Ağustos 2009 Pazartesi

yine bir gün öğreniyorum...


  • bütün gün evde oturup oyuncak yapınca, konuşmayı unutuyorum. bariz bir şekilde cümle kurmakta zorlanıyorum.
  • umarım insanlar bilerek majiskül kullanmadığımın farkındadır. bütün internet ortamlarında, profesyonel bir şey değilse kullanmıyorum. minisküller heb daha sevimli geliyor.
  • "abartmak" kelimesinin zıttı yok. bugün fark ettim ve çok büyük eksiklikler çektim. mesela birisi bir şeyin azlığını abarttığında noluyor? türkçe yine yetersiz kaldı...
  • fibromiyalji, eğer oysa, çok acıtıyor.
  • sakız, kahve ve kola bağımlısıyım. geçen güne kadar kahve ve kolaydılar, dün sakız da eklendi. artmaz daha da umarım.
  • last.fm bazen deliriyor, tamam onu seviyorum, yokluğunda büyük acılar çektim ama, dostum "the beatles" radyosunda rap müzik çalınmaz ki, hem de led zeppelin çalıyor diyorsunuz. büyük yalancısın, ayrıca türkçe'n de çok kötü.
  • beni derinden sarsacak, gönül telimi titreticek pek şarkı çıkmıyor bu aralar. help!
  • friendfeed'te hayatını geçiren insanlardan biri oldum. pişman mıyım? hayır. gayet de eğleniyorum.
  • hayatımda ilk kez, kendi işimi yaparak, belki çok komik paralar kazanarak yazı geçiriyorum. hem de çok yoğun bir şekilde. hoşuma gidiyor ama çok. tatile gitcek bile vakit yok!
  • şaka şaka, bu hafta sonu sevdiceğimle kaçacağız belki yakınlarda bi yerlere.
  • bi de, duyuyor musun bilmem ama, dilara seni çok özledim.

16 Ağustos 2009 Pazar

hepimiz hitler'iz

bir insan, hayatında var olmasına karar verdiği insanların defosuz olmasını istiyor, mesela hiçbirimiz kekeme arkadaş edinmiyoruz. evet tabii ki kimseyi sırf kekeme ya da engelli diye baştan geri çevirmiyoruz ama içten içe de istemiyoruz. çocuk sahibi olmak istediğimiz insanın şeker hastası olmasını istemiyoruz mesela.
hepimiz bir ari ırk, en güzeli, en iyisi peşindeyiz. bu bir yere kadar güzel de, bir süre sonra ırkçılık olmuyor mu?
bir insanı tanımaya çalışırken, neler çaba harcamanızı engelliyor bir düşünün mesela. çekingen biri baştan defolu olabiliyor. bir kere zor konuşuyor, sürekli sizin konu açmanız gerekiyor falan falan. sonra hop, arkadaşımız olamaz. sonsuz yoğun, mükemmel ve değerli hayatımızda ona ayıracak vaktimiz yok. kusura bakmasın.
yanlış anlamayın, bilinçli ya da bilinçsiz ben de yapıyorum bunu. kendime de kızdığım için yazıyorum. aslında özürlü, çekingen, kekeme diye sıfatlar koyarak ben çoktan yapmış oluyorum etiketlememi. böyle şeylere bile ihtiyaç duymayacağımız bir dünya olsa keşke.
bir yanıyla haklıyız ya da tembeliz. önümüze daha iyisi gelirse onu almaya alışmışız. mesela küçücük bir çocuk bile güzel bir insan gördüğünde onla çok daha rahat iletişim kuruyor. neden? çünkü hep güzeli poh pohlanmış evinde, neden diğeriyle "vakit harcasın".
peki bu insanların suçu ne? içlerinde nasıl farklı dünyalar vardır hepsinin. ayrıca hepimiz farklı açılardan defolu değil miyiz zaten?


ben geçen gün enine boyuna düşündüm. aslında hepimiz hitler'iz.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

amerikan tarzı üzülmek

sanıyorum ki ben amerikan tarzı üzülüyorum.
şöyle ki, bir türk filmi izlediğimde, içindeki üzün bana çok cıvık cıvık, çok abartılı, fazla arabesk geliyor. bir avrupa sineması üznü içimi kemiriyor, yüreğimi dağlıyor. amerikan filminde ise adam gibi üzülüyor işte.
sanmayın ki amerikan sineması hayranıyım, aksine avrupa sinemasını tercih ederim ama üzülme konusunda amerikalılara benziyorum sanırım.
benzeyen tek huyum bu olsun be!

fıstıkçı şahap günümdeyim

geçen gün çok sert sessiz günümdeydim.
"kitapı" verir misin deyip, "dolapa" baksana diye haykırmak istiyordum.
olmadı.
sonra "blog" kelimesini çok sevdiğimi farkettim, kendiliğinden bir sert sessizliği gibi bir durumu var. "bloguma" baktım diyoruz mesela. bloğuma değil.
blog seni seviyorum!

12 Ağustos 2009 Çarşamba

yummy!


içimden geldi sizlere pek sevdiğim mekanları yazacağım, yemek için içmek için.
işte "istanbul'da ne kadar güzel yerler var ki!" listem;


3. mevkii (taksim)
ara kafe (galatasaray)
helvetia (asmalı mescit)
fıccın (galatasaray)
sade kahve (rumeli hisari)
emek kahvesi (yeniköy)
culinary ins. (odakule)
ismet baba (kuzguncuk)
limonlu bahçe (galatasaray)
tesadüf (kuzguncuk)
sushico (nişantaşı)
balkon (asmalı mescit)
otto (asmalı mescit - santralistanbul)
house cafe (tünel - galatasaray -sevdiklerim-)
mezzaluna (nişantaşı - istinyepark)
mustafa abi (galatasaray)
possitano (karaköy)
peyote (nevizade)
badehane (asmalı mescit)
gar lokantası (haydarpaşa tren istanyonu)
parantez (asmalı mescit)
kız kulesi (denizin ortası)
çiya (kadıköy)
bezgin (asmalı mescit)
şütte (nişantaşı)
kızgın kahvaltıcı amca (beşiktaş)
bursa iskender kebapçısı (taksim)
karaköy lokantası (karaköy)
kiki (sıraselviler)
lavanta (ortaköy)
bodrum mantı (arnavutköy)
abbas (bebek)
kahve 6 (cihangir)
neakhora (yeniköy)
firuzağa kahvesi (cihangir)
orient ekspres (sirkeci tren istasyonu)
symrna (cihangir)
ismini hatırlamadığım bir rum meyhanesi (burgazada)
cadde-i kebir (taksim)

fotoğrafın bir ilgisi yok tabii ki, o sadece deviantart'ta bulup bayıldığım bir sualtı alice serisi. mükemmel valla. hatta linki de veriyim; http://sugarock99.deviantart.com/

listemin sırası felan yok aklıma geleni yazdım, eminim daha bissürü keşfedilmemiş müthiş yer vardır, aklımda geldikçe eklerim ki!
öptüm bay.

6 Ağustos 2009 Perşembe

dikenlerin tüy tüy olması...


dün gece bir tarihe tanıklık ettim. hafızamdan asla silinmeyecek bir gece yaşadım.
5 ağustos gecesi, harbiye açıkhava tiyatrosu'nda sahnede leonard cohen vardı. evet zaten ağzından çıkacak bir kelimeye bile razı gitmiştik konsere. isterse sesi çatallaşsın, 1 saat dursun gitsen dedik ama ağzımızın, kulağımızın payını aldık. biz payımızı aldık, cohen'se pasını aldı götürdü.
bir kere gece zaten yeterince büyülüydü, açıkhava'yı zaten çok seviyorum, nedense orası çok iyi geliyor bana. bir yanda dolunay vardı, cohen'i duydukça sahnenin arkasından gösterdi kendini usulca. hani romanlarda hayal ettiğimiz büyülü geceydi zaten...
sonra saat tam 9 olunca leonard cohen gösterdi kendini. hoplaya zıplaya! 75 yaşındaki bu müthiş adam her sahneye girişinde ve çıkışında hopladı ve zıpladı. "dance me to the end of love"la başladı masalını anlatmaya.
bu kadar iyi bir şarkısıyla başlamasını açıkçası beklemiyordum, malum hepimiz türküz, biraz yavaş kanlıyız. anca yerimizi bulup, otururuz. konserlere geç geliriz, ne de olsa ağır abiler hep geç çıkarlar. öyle olmadı ama, leonard baba tam vaktinda başlamayı tercih etti, bize de küçük bir ders verdi.
konsere geri dönmeden, izleyiciye de bayıldığımı söylemek durumdayım. her ne kadar geç kalan büyük bir kalabalık olsa da, ilk kez bu kadar saygılı bir izleyici gördüm ben. birçok alkış duydum açıkhava'da, bu denli yüksek desibellisini duymadım inanın. "leonard cohen'den bahsediyoruz burda" derseniz de, haklısınız ne diyim. aksi de pek mümkün gözükmüyordu zaten.
konsere geri dönelim, cohen bir bir devam etti mucizelerine. aslında ilk bir saatte neler yazacağımı kafamda oluşturmuştum. çok çok iyi bir konserdi, büyüleyiciydi, olağanüstüydü. sonra "hallelujah" geldi. cohen adeta zirveye ulaştırdı bu şarkıyla. kafamda yazacağım her şey, düşündüklerim, hissettiklerim az gelmeye başladı. yazacaklarım, gördüklerim - duyduklarımdan sonra yeterli değildi.
hepsi birbirlerinden yetenekli ekibiyle birlikte harikalar yarattılar gece boyunca. size kalan tek şeyse ağzınız açık izlemek oldu. fotoğrafta cohen'in söylediği adam bir ara gitarı ağlattı mesela. arkasındaki adamın kaç müzik enstrumanı çalabiliyor bilen yokmuş diyorlar...
bir de dün gece asalet nedir tekrar öğrendim. cohen, her şarkıdan sonra şapkasını çıkartmasıyla, bütün sololarda elindeki şapkasıyla arkadaşlarını hayranlıkla izleyişiyle, ekibindeki insanları inanılmaz güzel sözlerle tanıtışıyla bize öğretti tekrardan "asillik" kelimesini.
her şarkıda farklı bir konser yapmış gibiydi adeta, her şarkıda bize farklı bir masal okumuş gibiydi. bu konser için tüylerim diken diken olmuştu demek isterdim belki ama, bu kadar mükemmel bir şeyin tüyleri diken etmesi mümkün değildi. olsa olsa kendi içimizdeki dikenleri tüy tüy yapabilirdi, yaptı da.
işin aslı, "famous blue raincoat"tan sonrasını çok da hatırlamıyorum, başka bir diyara gitmişim o sırada, gözlerim dolmuş, içim kıpırdamış farkında olmamışım. 4 kez bis yaptı resmen. 4 kez!
o da mutluydu, belki de en güzeli bunu hissedebilmekti. biraz "dostlar" dedi, mutlu olduk. gidip sarılmak istedik bol bol.
son olarak, bilmiyorum gidenlerden fark eden oldu mu ama, dün gece bir yıldız kaydı. gördüğüm en güzellerinden bir tanesiydi hatta. hemen dileğimi tuttum. hem belki cohen konuşmuştur yıldızlarla? böyle mükemmel bir gecede, kayan yıldızın ardından dilenen dileğin gerçek olmaması gibi bir şey mümkün olamaz bence. kesin cohen'in parmağı var bu işte...

size setlistiyle veda ediyorum, 75 yaşındaki koskocaman kalpli bu adamın 3 saatlik masalına tanık olmanızı gerçekten çok isterdim...
ne adammışsın be leonard cohen! "i'm your man" demişsin ya, you're "the" man'mişsin.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

yazık be.


fotoğrafını gördüğünüz mekanı beğendiniz mi? aslında bu görüntüden bile daha güzel bir mekan. ama sadece mekan böyle. görüntüye bakınca aldanmamak gerektiğini öğrendik bu hafta sonu. işletme en az mekanın güzelliği kadar önemliymiş...
geçen cuma sevgilim ve ben trene atlayıp eskişehir'e bir arkadaşımızın yanına gittik. çok keyifli bir hafta sonuydu. taa ki görüntüde gördüğünüz, pool&bistro adlı bu mekanı keşfedene kadar.
pazar akşamı ne yesek, nerede yesek derken burayı hatırladık ve gittik. mekan o kadar güzel gelmişti ve sohbet öyle keyifli ilerliyordu ki geciken siparişlere, küçük porsiyonlu yemeklere aldırmadık... yemeklerin vasatlığı da bizi çok ilgilendirmiyordu çünkü uzun zamandır görüşmediğimiz arkadaşımız ve biz çok mutluyduk.
bir ara arkadaşımız, başka arkadaşlarını gördü ve onlarla bir sohbete daldı. ben biraz üşümüş, bir şal rica etmiştim. bir yandan şala sarıldım, bir yandan sevgilim bana sarıldı, ısıttı.
bir yandan gülüşüp, bir yandan benim bir projem hakkında kafa yormaya başladık. "tatlı mı yesek acaba?" diye istediğimiz menü 10 saattir gelmemişti ve ben artık dayanamayıp tekrar uyardım garsonu.
sonra bizi şok eden gelişmeler oldu. ukala bir garson gelip "tavırlarınız müşterilerimizi rahatsız ediyor sizi GÖNDERMEK zorundayım" dedi. rahatsız edecek ne yaptığımızı sorsam da aldığım cevap, "tavırlarınız" "aile müessesi"nden farklı olmadı. yaşadığımız şokla fazla bir şey diyemeden kalktık.
sonra tabii çok içimize oturdu bu. çağrı zaten bir masanın sürekli bize baktığını farketmiş. rahatsız olmuş hatta. kalkarken de "heh işte bu kadar" diyorlarmış bu zavallı insanlar. bense kendi içinde gülüşen garsonları görüp anlamamıştım neler olduğunu.
her şeyi geçtim, aile müessesi dediği mekanın içinde bir bilardo var, hemen yanı pub gibi tasarlanmış. sanırım burası çocuğunu alıp bira içmeye gittiğin aile müesselerinde.
mekandan sinirle çıktık tabii ki. insan, en ufak bir sevgi kıpırtısı görüp kıskançlığından çatlayan insana mı kızsın, yoksa böyle bir saçmalığa izin veren işletmeciye mi kızsın bilemiyor. kendinizi aşağılanmış ve mutsuz hissediyorsunuz ki bunu kimsenin size yaşatmaya hakkı yok.
biz hakkımızı yasal yollardan arayacağız. bu sorun değil. ulaşabileceğimiz insan işletmeci olduğu için onu dava edeceğiz ancak popülasyonunun büyük kısmının öğrencilerden oluştuğu bir şehirde böyle zihniyetle çalışan insanları olması çok üzücü.
bu yazıyı şunun için yazıyorum, hem bir gün yolunuz eskişehir'e düşerse bu mekana gitmemenizi tavsiye etmek için ya da en azından bilin diye, hem de bir yanıyla ne kadar tehlikeli bir dönemin içine girdiğimizi tekrar farkettiğim için aslında. bu bahsettiğimiz yer eskişehir. daha doğu şehirlerimizde neler neler vardır düşünmek bile istemiyorum. eskişehir'de bu tür müşterileri koruyan bir işletmeci ne kadar daha var olabilir orada hiç emin değilim. ama, sayıları artıyor bunların. farkında mısınız?
politik olarak düşünmeyi ve hatta kendi yaşadığımız siniri bir kenara bıraktım. bu tür bir tabloya tepki gösteren çifte üzülüyorum en çok... ne zamandan beri sevdiği insana sevgini gösteremeyen bir ülke olduk biz? ne zamandır kocalarımız bizi bir kez bile öpmüyor? ne zamandan beri aşık bir çift görünce bunu illa ki pornografik olarak algılıyoruz?

yazık be.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

mektup dikmek...

geçenlerde yeni bir keşif yabtım! keçeye baskı yapmak gerekince, içime sinmedi pek. keçe kadar sevimli, samimi bir malzemeye baskı gibi soğuk bir şeyi eklemek istemedim. o sırada dikmek geldi aklıma. sonra oturdum, bütün harfleri tek tek dikip bir mektup yazdım. mektup "eternal sunshine of the spotless mind" filminin kadın hafızasını sildirince arkadaşlarının evine gelen hatırlatma notu. işte sonuç bu oldu...


-fotoğrafın üstüne tıklamaktan çekinmeyin, daha yakından görmenizi tercih ederim.-
fontu, filmdeki nota sadık kalarak courier new yapmaya çalıştım, bold olanları yerleri iki iple diktim. sadece "lacuna inc."in times new roman'ını yapamadım ama zaten bir kısmı değişmek zorunda kalmıştı çoktan. işte detay...



son olarak arka kısmını göstermek istiyorum çünkü çok garip bir dokusu oldu arkada. ben çok sevdim. gizemli bir dil gibi. çok uğraşırsanız, uslu bir çocuk olursanız bazen yakayabiliyorsunuz arkada ne yazdığını. sevimli oldu sanki he?


afiyetle yiyin...

24 Temmuz 2009 Cuma

ben de yazıcam

Ben 25 yaşında, hala oyuncaklarla oynayan ve bundan sonsuz zevk alan bir adamım. Bu durum bazı insanlar için (anlam veremediğim şekilde) utanç kaynağı olsa da, benim için gurur duyulası bir durum ve öyle de olmaya devam edecek. Ailem ben doğmadan başlamış oyuncaklarımı almaya. Bilinen (ailem tarfından onaylanan) ilk oyuncağım, "Değerli" adında peluş bir köpek.

İnsanların "kutu kutu pense" falan oynadıkları garip bir mahallede doğdum. Küçücük, sevimli bir sokağımız vardı. İnsanlar maç yapmazdı. Ben de yapmadım.

Belki de buna borçluyum oyunlarla ve oyuncaklarla büyümüş biri olmamı. Kendi oyunlarımızı, oyuncaklarımızı yaratırdık.

Bu güzelim blog'u takip edenleriniz fark etmiştir. Hala değişen bir şey yok. Hala, kendi oyunlarını ve oyuncaklarını tasarlayan kocaman çocuklarız sevgilimle (
). Türkiye'de 50'li yıllarda çok gelişmemişti oyuncaklar tahminimce. Geçenlerde gördüğüm oyun seti beni birazcık üzdü bu açıdan. Bakınız benim sokakta "kutu kutu pense" falan oynamamdan tam 35 sene önce, Amerikalı sebil neyle oynuyormuş:

Hayatı boyunca oynayabileceği en teknolojik yerli oyuncak "Tees Elektronik Seti" olan biri olduğumu düşünürseniz, üzüntüme hak vereceksiniz sanıyorum ki.
Bakalım 1951 yılında 50 dolara satılan bu setin içeriği neymiş:

  • Geiger-Mueller sayacı
  • Wilson Cloud Chamber
  • Spintariskop
  • Elektroskop
  • Alfa, beta ve gamma radyasyon kaynakları (!?)
  • Radyoaktif madenler (4 tip uranyum)
  • 3 resimli kitap (Uranyum araştırması, Dagwood atomu nasıl böldü, Gilbert atomik enerji giriş kitabı)
Amerikalı gençler uranyum deneyleri yaparken, Tees Elektronik Seti'yle kapı zili yapmayı başarmış "şanslı" azınlıktan biri olduğumu düşündüm dün. Birkaç satır bir şey yazmadan geçemedim.

Muhakkak ki oyuncak kavramı bambaşka bir boyut alacaktır yakın gelecekte. Belki de bugün delicesine teknolojik gelen şeyleri bile görmezden geleceğimiz günler olacak; ama inanıyorum ki bir şey asla değişmeyecek: "En güzel oyuncak, insanın kendi yaptığı oyuncaktır."

Not: Tees, internet sitesini e-maximum denen şeyin lisanssız sürümüyle yapmış. Onu bir düzeltin hele ya. (mehehehe)

Çağrı

20 Temmuz 2009 Pazartesi

astreoid b 612



beni tanıyanlar bilir, büyük bir küçük prens hayranıyımdır. kendisi kahramanımdır.
birkaç kez sen çocuk romanı yaz, ben de çizeyim gibi teklifler aldım. bunu diyen herkese ilk tepkim "küçük prens'i okuduktan sonra bir şey yazabileceğimi sanmıyorum" oluyor.

le petit prince nam-ı diğer küçük prens, hem çocukların algılayabileceği kadar basit, hem de büyüklere birçok yeni perspektif katabilecek kadar derin. işte bence bir çocuk romanının başarabilmesi gereken en önemli noktaysa bu, hem büyük hem çocuk anlamalı kitaptan. sadece "mesaj" vermeye çalışan bir şey olmamalı.

kitabı birkaç ay önce tekrar okudum. bir dövme fikrim vardı, içinden bir cümleyi güzel bir fontla ayak bileğime dolanacak şekilde yazdıracaktım. bu dövme fikri içinse bir cümle bulmalıydım, öyle bir cümle olmalıydı ki, hayatım boyunca vücudumda taşıyabileceğim, beni anlatacak bir şey. baktım çizdikçe çiziyor, kendimi durduramıyorum, bu fikirden vazgeçmek zorunda kaldım. yine de dövme olarak bir küçük prens yaptıracağım kendime. ilk gördüğünüz resmi, bacağıma yaptıracağım bir gün. bu fikri her geçen gün daha çok seviyorum... he bu arada en sevdiğim bölümse tilkili olan. "evcilleştirilmek" çok güzel bir metafor.
normalde bir roman kahramanının ya da bir çizgi film kahramanının her türlü hediyelik eşyasının çıkmasını sevmiyorum. ama birkaç tanesi var ki benim için daha çok olsa demekten kendimi alamıyorum. mesela geçen gün japonya'da bir küçük prens müzesi olduğunu öğrendim ve bu beni bir miktar üzdü. birkaç tane küçük prens hali...


öncelikle bundan bahsetmek isterim, japonya'da bulduğum müzenin bahçesinde yer alıyormuş bu heykel. ben görünce bilgisayarın başında kalkıp biraz yürümem gerekti, sitesine baktıktan sonra da bilgisayarı kapatıp buzdolabına koydum zaten. işte sitesi; http://www.tbs.co.jp/l-prince/en/




bu ayakkabıları uzun süredir içten içe arzuluyordum aslında. dün almaya karar verdim. 60 dolar. şu sitede satılıyor; http://www.melissaplasticdreams.com/collection/fall-winter-08-09/white/glam-le-petit-prince




bunu geçen sene kanyon'daki karınca'da görmüştüm. tabii ki çok pahalıydı, "pis,bok, göt" diye çıktığımı hatırlıyorum mağazadan.



işte bu çok sevdiklerimden biri. çok yaratıcı bir stencil. çok çok güzel kısımlarından birini yazmışlar; "insan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."


benim gibi kutu severler için ayıp ettikleri bir parça daha... terbiyesizlik!



pek şeker tilki de tabii ki tahtadan yapılmış. çok güzel olsun diye!



daha birçok şey var aslında gösterilebilecek. kolonyası, tabağı, bardağı falan. ama istemedim onları göstermeyi. çok beğendiklerimi sundum efenim.
size tabii ki küçük prens'ten alınma sözlerle veda ediyorum...
"bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. ve geceleri gökyüzüne bakarsın. herşeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana.. belki böylesi daha iyi. yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin.."

bir de "şu büyükler ne tuhaf!"

misafir

siz şaşırmadan söyliyeyim, bloguma arada sevdiceğim de yazıcak artık. konuk yazar olarak.
beğendiklerini paylaşır belki bizimle ya da bir şeyler yazmak ister felan onları bilemem.
farklı bir fontla, altına kendi imzasını atarak aramızda olacak.

heyecanla bekliyorum!
e.

19 Temmuz 2009 Pazar

ben

yolda yürürken müzik dinlemeyi çok seviyorum. bazen jeff'te (shuffle'ım adı, coupling dizisindeki şaşkın adam, malum shuffle dediğiniz de şaşkın bir şey) özellikle soundtrack'leri seçip kendimi bir filmin içinde hayal ediyorum. genellikle çalan soundtrack'in filmleri oluyor ama kendi senaryomu yazdıklarım, en keyiflileri!

sayende kelimesi yüzünden


size biraz önce başıma gelen bir şeyden bahsetmek isterim.
sakarlığımla uluslararası nam salmış bir bireyimdir. kime sorsanız gösterir. birçok dilin sözlüğünde "sakar" kelimesinin açıklaması olarak benim ismim yer alır. bunlar size bir önbilgi olsun isterim.

biraz önce açık radyo'da sevdiceğimle, internetten bir şeyler araştırıp, bir yandan da meşrubat tüketiyorduk. ben takdir edersiniz ki bir bardak kolayı üstüme ve iki katlı radyonun her şeyine dağılacak şekilde dökmeyi başardım.
sanmayın ki sakarlığımdan, havalar malum bu aralar sıcak, serinliyeyim istedim. çok başarılı olmasa da fena bir yöntem sayılmaz. hem yapış yapış olmamak için, bütün her yerinizi yıkamanız gerektiğinden illa ki bir serinleme söz konusu.

her neyse, anlatacağım şey bu değildi, konu dağıldı.
meşrubat, bütün bacaklarıma, şortuma, koluma felan geldi. ve tabii ki ayakkabılarıma! sevdiceğim hemen etrafı silmeye yönelirken ben de kendimle ilgilendim. ve sevdiceğime en azından ayakkabılarımın sayesinde bir şeyler dökülmesine alışık olduğunu, birlikte yürürken sürekli bastığı taşların altından fışkıran suların ayakkabımı şenlendirdiğini söyledim. sevdiceğim bu duruma biraz alınmış olmalı ki, hemen de lafımı soktuğumu söyledi. ben de hemen ekledim, farkettiyse "sayende" dediğimi, "yüzünden" deseydim laf sokmuş olabileceğimi söyledim. ve tabii ki sevdiceğim çok doğru bir şey söyledi, "iyi de sen onları sürekli karıştırıyorsun, bu yüzden "sayende" dedin" dedi.
haklıydı. ben hep bu iki kelimeyi karıştırıyorum. orada numara yabmıştım (:

17 Temmuz 2009 Cuma

kelepir satılık ülke!!


çok garip bir ülkenin varlığını öğrendim geçenlerde. adı sealand, platform adanın üstünde. 550 metrekare. ikinci dünya savaşı sırasında ingiltere, alman hava baskınlarından korunsun diye yabmış, sonra terk etmiş. en küçük ülkeymiş bu arada kendisi. ama sanırım bunu tahmin etmişsinizdir.
roy bates diye bir adam ve ailesi 1967'de taşınmaya karar vermişler adaya. roy bakmış ada uluslararası karasularında, "neden ben burda kendi devletimi yabmayayım ki" demiş.
ertesi sene kraliyet donanması roy ve ailesini adadan atmaya çalışmış ama adadan açılan ateşe maruz kalan askerler tıpış tıpış geri dönmüşler. sonra dava açmışlar ancak ada ingiliz karasularının 3 mil açığında olduğu için roy haklı bulunmuş ve galibiyetini almış!

sonra başlamış devletsel olaylara. bayrak yapmış, ulusal marş edinmiş ve en enteresanı amerikan dolarına denk gelen sealand doları yaptırmış, hatta çok güzel paraları da mevcut.
he bir de kktc'yle futbol maçı bile yapmışlar bir vakit. 6-1 yenmiş kktc.
adada şu an kimse yaşamıyormuş ama 1000 kişi pasaportuna sahipmiş. ada üzerinde yaşarlarken geçimini hediyelik eşyadan sağlıyorlarmış.
2007'de satılığa çıkartmışlar ülkeyi :/ 10 000 000
sterlin gibi bir ülke için cüzzi bir rakama (?!)
tatile gidesimin feci arttığı şu günlerde oralara kaçmak aklıma gelmiyor değil.

he bir de türkiye temsilciliği var ülkenin, merak edenler felam;
http://www.trsealand.tk/


bu arada bu ülke bana ortaokulda yaptığım bir ingilizce projeyi hatırlattı. bir ülke kurucaktık ve her türlü bilgisini felam vericektik. benim ülkemin ismi "loveland"ti tabii ki. 12-13 yaşlarındaki bir genç kızın aklı sadece aşka çalışıyor (gerçi önceki yazılarıma bakılırsa büyüyünce de pek değişmiyor (; ). pek yaratıcı bir isim olmasa da güzel bir proje olmuştu. ülkemin haritadaki şekli kalp şeklindeydi. hehe.

16 Temmuz 2009 Perşembe

ben

bazı parçaların sadece giriş kısımlarını seviyorum, geri kalan kısmınıysa parçanın gönlü olsun diye dinliyorum.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

huzursuz ayak sendromu

okula girdiğim ilk sene, temel sanat dersindeki ödevlerden biri maket yabmaktı. çoğu insan el maketi yabmaya girişti nedense, ben ayağı tercih ettim. muz vardı bir tane, ben çok beğenmiştim ama hocalar kolaya kaçtığını söylemişlerdi arkadaşa. üzdüler boşu boşuna. neyse..
ben ayak yaparak kendimce küçük kelime oyunları da yaptım bu süre zarfında. msn'deki iletimde günlerce kaldı "ayak yapıyorum..."

temel sanat güzel dersti be aslında ama mimar sinan'a yeni girmiş olma hali, ilk sene bir sürü dersin ağırlığı felan filan. nedense bu ödev öyle olmadı, son gece olan aksilik olmasaydı, parmak kısımlarını daha da güzel yapabilirdim ama olsun. işte sonuç...





biraz yıpranmış ayağım, fotoğraf çekmeye çıkartınca farkettim. taşınırken pis nakliyatçılar tabii ki dikkat etmemişler. kıskıs güldüklerini hatırlıyorum görünce. gülünecek ne varsa?
alt tarafı kocaman bir ayak!

herkese selam!
hehe.

14 Temmuz 2009 Salı

dostluk müessesesi

bazen gerçekten insanları anlamakta zorlanıyorum. evet belki herkes gibi ama ne bileyim.
arkadaşlık kurmak benim için her zaman zor, belki de bu arkadaşlık, daha doğrusu dostluk müessesesine fazla önem verdiğimden.
birini dost olarak nitelendirdim mi, çok şey bekliyorum. aynı zamanda çok şey de katmak istiyorum. şu zamanlık hayatımda "gerçek" dost diye bir kişiye dedim (gerçi o da öyle bir dost ki 13 senedir, 72 arkadaşa bedel).

insanın hayatında sadece bir kişiye dost demesi...
az mı?
yoksa bunu bulamayanlar da mı var?

arkadaşlıksa daha da enteresan. dönem dönem bize iyi gelen farklı farklı insanlar var mesela. bir dönem sürekli vakit geçirdiğiniz kişi, küçücük bir bahaneyle kaçabiliyor hayatınızdan. mola veriyorsunuz ilişkinize. garip olansa, dönemsel bir arkadaş olduğu için pek de özlemiyorsunuz. sonrasında yanınızda kalması tamamen sizin elinizde.
bir de, bir anda hiç sebep yokken yanınızdan gidenler var ki onları hala anlamıyorum. bir dönemi değil, hayatınızın bir kısmını paylaşmışken, bir dönüyorsunuz yoklar.
evet, bazen insanların kaçma, herkesten uzaklaşma zamanları var. ama bu kadarı?
hatta sadece sizden kaçmaları.

bunu hepimiz yapıyoruz zaman zaman. ama iletişim çok basit aslında. ne derdin varsa söyleyeceksin. o kadar.
başka bir tarafından bakarsak da, kendi kaçma zamanlarımızda insanların ne hissettiğini anlamak için gayet güzel bir yöntem.
kesinlikle sinir bozucu...